“Tekrar iyi olmanın bir yolu var” demişti bir kış gecesi kendine. Beyninin içinde çalışan cücelerle konuşmuştu. Hareketlenmelerini dinlemişti. Önce yavaş yavaş çekici vuruyorlar, sonra bazen de ara verip sigaralarını yakıyorlardı. Dumanlı kafa bu, diye düşündü. Cücelerin ustabaşı yavaşça seslendi: “Şşşt. Bana bak, bana. Dışarı çık... Gez İstanbul’un yansımalarını.”
İstanbul’un bazı dar sokaklarında simsiyah gece, mavi asfalt
yansımaları beslerdi. Pul pul parıldayan zemindeki hipnotik kıpırtılar kafasını
kaldırdığı an ayın içine çekerdi adamı. Ay gittikçe yaklaşırdı bazı geceler, ama
dünyanın üzerine çakılacakmış gibi değil de, sanki dünya onun üzerine
çakılacakmış gibi. Gerisi, dumanı tüten liman bölgesinde çalışan makineler,
android işçiler, köleler. Onların sesinden ve dumanından daha acı hiçbir şey
olamazdı. Çalışmak, modern zamanın köleliğiydi işte. Ona
göre zaman modern olamazdı ya, neyse…
Eli cebindeydi. Paltosunun cebinde. Silah kılıfına
ulaşabilmesi için ceplerini deldiği paltosunda. Geceyi takip ediyordu. Belki de
gece onu takip ediyordu. Bazı sesler vardı beyninde. Kafasının içindeki
tesisatta gezen ve bulduğu her kabloyu kemiren bir böceğin mırıldanmaları. Yam,
yam, yam hmmm. Yam, yam, yam, hmmmm. Yemeğini iştahla yiyen, sonra ellerini
yalayan, koca gözlü bir şişko. Elektrik çarpması sonucunda ölen tüm ailesine
rağmen, kablo kemirmeye devam eden bir ırkın temsilcisi. Ölü
toprağı besler her zaman, ama bu ölüler zehirliyordu. Bazen kafasının içinden
gelen zonklamalar kafatasını esnetiyor bir zürafanın boynu kadar bir şişlik göğe
yükseliyordu.
Belki bir ihtimal güneşteki renk körü bir patlama beynindeki
esir kamplarını açmaya yetecekti. Uzaydan gelen doğrusal bir gün ışığı
gözlerinden içeri girecek, beyin damarlarına binlerce karınca yollayacak,
karıncalar dolaşarak onu daha iyi bir insan yapmak için kemirecek, bölecek,
yıkacak, yok etmeden önce çarpacak ve sonsuzluğun karesine bırakacaktı.
Bazı geceler oturup düşünüyordu, bazı geceler sadece
oturuyordu. Birasını açıp sigarasını yakıyor, balkondan, atleti üzerinde, birkaç
saniye bakıp içeri giriyordu. Rüzgârı ve soğuğu yüzünde hissediyor, sokağın
kömür kokusunu içine çekiyordu. Yağmur yağarsa ne ala, kar yağarsa kötü.
Kaderi alın yazısına dönüşeli çok olmuştu. Böyle inanıyordu.
Rüyasında öldürdüğü palyaçolar, yalan makinesine bağlanmadan konuşamayan arkadaşlar. Pezevenkler, orospular,
dedektifler. Uzun yıllar sürdüğü meslek hayatında yapmadığı bir şey kalmamıştı.
Gizli görevde çalışmak böyleydi. İki kişiliğin var diye düşündü, ama ikisi de
sahte değil. İkisi de sen.
“Uyuşturucuyu yakalamak için uyuşturucu kullanmak şarttır”
demişti amiri. “Daha iyisi, satıcısı olmaktır. Böylece kimliğini yerin yirmi
metre dibine gömmüş olursun. Yaban domuzları bile eşeleyemez.”
Gömülürsen kurtçuklarla beraber yaşarsın. Bunu daha sonra
görmüştü. Oradan çıktığını sandığın anlarda, bir kurtçuk gömleğinin, iki
kurtçuk pantolonun, üç kurtçuk paltonun içinde. Dört kurtçuk boğazına yapışık.
Her yudumda ağza suyu gelen, iç bulandıran ama midenin boş oluşundan sebep,
kusulamayan bir illet.
Yıllardır tedarikçiyi bulamıyorlardı. Çok iyi saklanıyordu
ibne. Çok iyi saklanıyordu göt. Belki de bir polistir diye düşünmüşlerdi.
İçeride adamları vardır. O da benim gibidir belki demişti kendi kendine. İyi
niyetiyle başladı, kullanıcı oldu, sonra müptela. Satmak zorunda kaldı ve sattı.
Sonra ise kullanmak için daha çok satmak. Ben de mi böyle olacağım? Issız bir
deve çöktü kafasına. Kum fırtınasından kurtulmuş, bulduğu ilk çayırdaki otları
koparan, saçlarını yiyen bir deve.
B maddesi beyne böyle yapıyordu işte. Altın vuruşa kadar uzanan,
bir dereye atılmış taşın ufak dalgaları. Bir vuruşta içine ağlardı adamın.
Beyin uyuşur, sular sarı, çimenler kan kırmızı olurdu. Birden bire gökyüzünün
içine girer ama bulutları hissedemezdin. Dilinin üstüne bir pamukçuk
yerleşirdi, sonra dilin içine kaçardı. Sonra giderdi her şey. Tükenerek
giderdi, verdiklerini bir anda geri alırdı B.
2274, 2030’de gelmişti bile. Logan kaçmaya erken başlamıştı.
“Güçlü olan yenilenemiyordu.” Her genç B müptelasıydı, 30’una gelen ölüyordu.
Ateşli bir dini törene katılıyorlar, altın vuruşla zirvedeyken bırakıyorlardı. B
maddesinin 2020’da çıkışını hatırlıyordu. O zamanlar doktorlara göre C
maddesiydi, canlılık veriyordu. Öyle demişler ve herkese önermişlerdi. Ancak
birkaç tanesi ölünce, maddenin adı B maddesi olmuştu. Boşluğun karanlığına
gönderiyordu müebbede mahkûm ruhları. Her veren, mutlaka bir şey alıyordu bunu
bilememişlerdi. Hileli terazi her zaman kötü olana meyilli dururdu bu sefil
hayatta.
1985… O günleri babası anlatmıştı; 1985’te George Orwell
haklı çıkmıştı. Büyük birader her köşe başındaydı. Göz göz olmuş tek gözdü
o. Çok geçmeden bankamatiklerin
üzerindeydi, trafik lambalarının üstündeydi, internet sitelerinin içindeydi,
apartmanın altındaki kasabın dijital kameralarındaydı. Hani o hırsız girer diye
taktırdığı gözler. Asıl büyük hırsızı içeri davet eden gözler. Anılarını,
geçmişini çalan gözler. Daha sonra belki de özgürlüğünü çalacak olan gözler.
“Gözlerden” dedi kendi kendine “uzak olmam gerek
eylemlerimde.” Bunun eğitimini görmüştü. Hayatının en kısa dersiydi. Eğitim
şu kelimeyle başlıyor ve bitiyordu. “Kaçış yok.”
Eylemlerini kafasında şekillendirmeye başlamıştı. Ya da
cüceler, karıncalar, böcekler bunu onun için yapmıştı. Herhangi biri. Düşman
denizin ötesinde konuşlanan bir ülke değildi. Düşman içini kemirendi her zaman.
Her nefesinde daha içine giren, seni baştan çıkarıp kandıran, sonra da
başkalarına karşı kışkırtan bir şeydi.
Düşmanla savaşacaktı. Bizi beyaz ve siyah diye ayıranlarla. Bizi fakir ve zengin diye ayıranlarla. Kentli ve şehirli diye ayıranlarla. Paralarıyla vicdanlarını yıkayanlarla. Okul yaptırıp kendi adını verenlere. Kan banyosu yapıp çiçek banyosu kokanlara. Onlara bırakmazdı hiçbir şeyi, bunu biliyordu. Artık toprak ürün vermiyordu. İnsan yiyebildiğinden fazlasını avlamıştı. Giyebileceğinden fazlasını dikmişti. İhtiyacından fazlasını öldürüyordu.
Düşmanla savaşacaktı. Bizi beyaz ve siyah diye ayıranlarla. Bizi fakir ve zengin diye ayıranlarla. Kentli ve şehirli diye ayıranlarla. Paralarıyla vicdanlarını yıkayanlarla. Okul yaptırıp kendi adını verenlere. Kan banyosu yapıp çiçek banyosu kokanlara. Onlara bırakmazdı hiçbir şeyi, bunu biliyordu. Artık toprak ürün vermiyordu. İnsan yiyebildiğinden fazlasını avlamıştı. Giyebileceğinden fazlasını dikmişti. İhtiyacından fazlasını öldürüyordu.
Düşman hep kazanacak anlamıştı. Vazgeçmişti. Ama perişan
hâldeki bir polis arabesk dinlemekten başka ne yapabilirdi ki. B tacirlerine
artık daha iyi gözle bakıyordu. Hayat kurtarmıyorlardı, ama hayattan
kurtarıyorlardı.
Boşlukta bir gece daha diye düşündü yürürken. “Param az,
işlevim işlevsiz, amacım yok, bir ara bunları edinmek gerek. Beden bir zindan.
Neden sanki Tanrı olmamıza izin verilmiyor ki? Paylaşmak yüce olandır. O ise
tüm gücü elinde tutuyor. Tanrısallığın özünde yıkım yatar. Daha iyisini yapmak
için yıkmak gerekir.” O da bunu yapacaktı işte. Tanrı bana hiçbir şey diyemez
dedi kendi kendine, o da yapıyor. Güç onu elde edebilecek kadar cesareti olanda
olur.
Sokakların mavisinden, bir evin turuncusuna girdi. Loş bir
ortam, duman altı. Oturdu. İkramlar önüne geldi. Biraz B maddesi, biraz ot,
biraz da yasadışı alkol. B maddesini hep beraber çektiler, attılar ve enjekte
ettiler. Her türlü formlarını damarlarına, midelerine ve beyinlerine
gönderdiler. Midesi maddenin parçalanışını hissetti ve sonra bir yanma başladı.
Pencerenin önüne geldi. Güneş henüz doğmuştu. Dokuz saniye kadar baktı. Beynini
istila edecek fikirleri aradı. 15 saniye oldu, artık her yer siyah olmuştu. Gözünü
kapadı, önünde parlayan turuncu bir siluet vardı sadece. Gördüğü hiçbir şeye
benzemiyordu. Onun kim olduğunu bilmiyordu, bu belki de tanrının yüzüydü.
Kulağına bulanık bir fısıltı geldi. “Zaman bu zamandır.”
Ayağa kalktı, özellikle deldiği paltosunun cebinden silahını
çıkardı. Mat gözlerinin zor seçtiği iki erkeği vurdu. Kadın çığlık atıyordu ve
kafasını duvara vuruyordu. Her vuruş biraz daha kandı, her kan nehre düşen bir
damla. Her nehir okyanusla birleşiyor. Bir el daha ateş etti. Beyin
parçalarının duvarından aşağı süzülüşünü gördü. Kanla karışık. Oraya kusuverdi.
Beyin… beyin iğrençti.
Kavrulmuştu. Çürük kokusu ortalığa yayılıyordu. Genzi
parçalayan, acı bir koku. Bir kez daha kustu. B beynin içinden simsiyah
akıyordu. İçeri girenlerin çığlıklarını, bir adamın tek düze bir sesle
konuşmasını ve el hareketlerini gördü. Saniyenin dörtte biri hızında.
Dünya kötüydü. Ama o, iyi olmanın yolunu bulmuştu. Yıkmaktan
geçiyordu. Onları sefil hayatlarından kurtarmıştı, bir iyilik yapmıştı,
hapsoldukları yerden onları kurtartmıştı. Bir kişiyi kurtarmak dünyayı
kurtarmaktı. Dünyayı biraz daha iyi hâle getirmekti. Kendi de kurtulmuştu,
tanrı iyilik yapanları sever demişti bir kere gittiği camideki vaiz. Tavana
doğru baktı. Ruhun derinliklerine indi. “Filler asla yaşlanmaz” diye düşündü
ruhuna bakıp, “sonsuza kadar gençtir onlar” Gözlerindeki son kare tavana
sıçrayan ve düşmeyi bekleyen beyninin parçacıklarıydı. Yedinci ayın yedisiydi, babasının
yedinci oğluydu ve günlerden cumaydı.
Yorumlar