Basamak basamak, vagon vagon başkaldırış: Snowpiercer


YAZI: ALİCAN ŞENGÜL

“Güneşin gezegenleri selamlamaya durduğu,
Seni dünyaya ödünç veren gündeki gibi,
Varsın ve durmaksızın büyüdün o günden beri,
Dünyaya adım atarken uyduğun yasa gereği.
Böyle olmalısın, kaçamazsın kendinden,
Bunu söyledi kâhin kadınlar, peygamberler bunu söyledi;
Ne zaman parçalayabilir, ne de herhangi bir güç,
Yaşayarak kendini geliştiren, belirlenmiş biçimi.”

* Johann Wolfgang von Goethe, Faust


            Ekosistem, doğanın barındırdığı her canlıya tüm güzelliğiyle sunduğu bir zorbalık olarak görülebilir aslında. Canlı o dünyaya hangi varlık olarak girmiş olursa olsun, “güç” kavramı üzerinden sınıfsal bir düzene tâbi olur. İlk toplumlardan günümüze; insan da bir tahıl tarlasını kendine mesken edinmiş fare de, Goethe’nin de vurguladığı gibi yazılı olmayan kanun hükmünde bir boyunduruk içerisinde yer alır.
            “Özgürlük mü, eşitlik mi?” sorusuysa, beşerin bugüne dek türlü ekonomik, siyasi hatta felsefi kuramlar oluşturmasına sebep olmuş; fakat mutlak bir çözüme kavuşmamasından ötürü, insanoğlunun dünyevi standartlarına şekil veren bir paradoks olarak hayatın içerisinde kuvvetli temellere sahip olmuştur.
Snowpiercer, siyasilerin küresel ısınma sorununun çözümünü, sorunun kendisinden çok daha büyük bir sıkıntıya dönüştürmesini resmediyor. Birkaç şanslı hariç, canlılığın ölmesine kadar giden yolu, çok güçlü alt metni sayesinde kurgusuna paralel olarak yediren bir distopik kurgu var karşımızda. Yönetmenliğini Bong Joo-Ho’nun üstlendiği, 1982 yapımı “Le Transperceneige” adlı çizgi romandan uyarlanan Snowpiercer, sosyolojik ve politik bir sistem-dünya eleştirisi aslında. Küresel ısınmadan korunmak adına geliştirilen bir kimyasalın, ortak bir çabayla tüm dünya tarafından havaya salınması sonucu, dünya mutlak sıcaklığın altına iner ve dünyada yaşam biter. Ancak, tüm kariyerini ve servetini 3 kıtayı birbirine bağlayacak bir demiryolu hayaline ve lokomotif endüstrisine harcamış Wilford (Ed Harris) ve onun mutlak sıcaklık eşiğini yakalayan trenine binenler hariç… Tren günümüz dünyası gibi sınıfsal ve sosyolojik ayrımları içinde barındırıyor. En arka vagonundan öne ilerledikçe, Charles Dickens’ın Kraliçe Victoria üzerinden tanımladığı tren takıntısına benzer bir sistem içerisinde, ferah ve refah artıyor. Tek besin kaynağı alelade bir protein çubuğu olan, dünyevi tüm aksiyonlardan kopuk fakirler ve giderek yaşam standartları artan zenginler… Yani bir nevi, insanlık tarihinin zorbalığını olabildiğine tasvir eden bir yapı.

“Değişik bir tonla, ‘nasıl yaparım’ diye tekrarladı düşünce içinde. Hayır, asıl sorun şu: Nasıl olur da yapamam ya da daha doğrusu -çünkü sonuçta, niye yapamayacağımı biliyorum – yapabilseydim ne olurdu, özgür olsaydım – şartlandırılmam beni köleleştirmeseydi.”

            Curtis (Chris Evans), kahramanımız, trene 17 yaşında toy ve cahil bir gençken binmiş. Özgür dünyada geçirdiği kadarını da sadece yaşamak adına özgürlüğünden ve benliğinden ödün verdiği bu trene harcamış. Kendisiyle tanıştığımız ilk sahnede, yukarıdaki alıntının sahibi Aldoux Huxley’ye benzer düşünüyor artık. Sebebini bilmeden, sadece yaşamak adına yaşamaktansa; sebeplerin, özgürlüğün ve adaletin takipçisi olmak adına gözünü karartmış bir adam olarak yaşamak. Öyle ki, sınıf devrimi kıvamında, basamak basamak, vagon vagon başkaldırışını sonuna kadar ilerleten bir devrimci Curtis...
            Trende toplumun farklı kesimlerini betimleyen vagonlar ve kitleler olduğu gibi, sözde nizam sağlayıcıları da var. Tren bir devlet ve de bu devlete ait ideolojik ve baskı aygıtları var. Belki bir hapishanesi yok, ama Sovyetlerin Sibirya’yı doğal bir hapishane gibi kullanmasına benzer bir durum göze çarpıyor. Tren kanunlarına karşı gelenler, soğuğun acı verici yüzüyle tanışıyor ya da ölüme terk ediliyor. Devletin en önemli ideolojik aygıtı olan “okul” vagonuna gelindiğindeyse çocuklara Antik Mısır’ın Tanrı-Kral dönemlerine çok benzer bir surette Wilford güzellemeleri yaptırılıyor.  Öğretmenin çocuklarla beraber Wilford’a tapınma adına yazdıkları şarkıdaki coşkusu, Nietzsche’nin büyük adam peşinde koşanların kendilerini kör etmesi aforizmasının pratiğe dönüşmüş hâli gibi. Keza başta arka vagon olmak üzere, trenin üst düzey sorumlularından Mason’ın (Tilda Swinton) üstlendiği Goebbels-vari propaganda bakanlığı ise gerek içerik, gerek Swinton’ın oyunculuğu açısından filmin açık ara yıldızlarından. Günümüz dünya siyasi jargonunun evrildiği sözde post-modernist aydınlanmacı ben/biz söylemleri ve ırkçı fikir yapısına meze ettikleri tüm argümanlar, Swinton’ın her hitabet sahnesinde tekrar tekrar görülüyor. Mükemmel yapının oluşması adına sınıf farklılıklarının olması gerektiği, işçi-burjuva ayrımının bu yapının temelini oluşturduğuna dair güçlü kapitalist bir mesaj içeriyor gibi dursa da yapılan ironiyle söylem ters yüz oluyor aslında. Tarihin farklı evrelerinde sanatın neredeyse tüm dallarına sirayet etmiş bir çatışma söz konusu. Sınıf çatışması ve bunun üzerinden doğan eşitlik-özgürlük paradoksu birçok edebi esere, filme konu olmuş hatta devrimlerin motivasyon kaynağı olmuştur. Fransız devriminin öncülerinden Robespierre, burjuva karşısında adalet taleplerini “Ayrıcalıkların sadece eşitlikten doğduğu, vatandaşın yönetime, yönetimin halka, halkın da adalete tâbi olduğu bir düzen istiyoruz” şeklinde betimliyor. Yine aynı devrimin bir diğer tarihsel dayanağı Jean-Jacques Rousseau, “İnsan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur. Falan kimse kendini başkalarının efendisi sanır ama böyle sanması onlardan daha da köle olmasına engel değildir” der. Tıpkı trenin Tanrı-Kral’ı Wilford’ın ne kadar zengin olursa olsun, o trene mâhkum bir köle olması gibi…

            “Tutsaklığın, insan kalbine yerleştiğine inananlar yanılırlar. Vücut, bir efendinin emri altına girebilir, hatta onun malı olabilir, ama dimağlar özgürdür. O, hiçbir kayıt ve şart taşımaz, içinde tutuklandığı duvarlar bile onu kapatamaz.” – Seneca.

Curtis’in adamın iflahını kesen uzun mesafeli özgürlük maratonu boyunca, sistemin içinde kaybolmuş, varlığını ve yaşama amacını sorgulamayı bırakmış kitlelerin isteyerek veya istemeyerek kapitalizmin nasıl birer maşası haline geldiğini de işliyor Joon-Ho adeta bir Seneca esintisiyle. Bununla birlikte, siyasi erklerin çıkarları uğruna vereceği kayıpları önemsemeden, yeri geldiğinde kendi kaoslarını yarattığı, onlarsız düzenin şaşacağı ve kaosun hâkim olacağı düşüncesini satması da mevcut siyasi düzleme ayna tutan cinsten. Son dönemde çıkan Açlık Oyunları tarzı “blockbuster” filmlere nazaran çok daha felsefi bir metne sahip Snowpiercer. Yönetmenin son mesajı da diğerleri kadar vurucu; Curtis’in öne ilerleyişinde kapıları açmasına yardımcı olan Fuyu’nun kızı Yona’nın, lokomotifin dinamosu görevini gören Tim ile korkusuzca trenden ayrıldığı sahnedeki Shakespeare göndermesi gibi:

            “Özgürlük dışarıdaysa, sürgün sizin yanınızdır.”


Yorumlar

Adsız dedi ki…
Harika...