AHLAT AĞACI VE BABALARIN KUYUSU*



* bolca "spoiler" içermekte...



Babası ile olan ilişkisi hayatın zorluklarıyla sınanmamış olanların bu filmin kıymetini tam anlamıyla bilip bilmeyeceklerini merak ediyorum izlediğimden beri. Herkesin kişisel bir tarih defteri var şüphesiz. Kimisi okula giderken metronun ardından cebinde bir simit parası kaldığı için her gün simit yiyen çocukların susam kırıntılarıyla kaplı; kimisi okulda hamburger yiyen çocukların ekmeğinden dökülen ketçap lekeleriyle. Kimisi pet şişeye doldurulmuş asidi kaçık kolanın ve beslenmeye konulan peynir ekmeğin; kimisi ise hazır yiyeceklerin kokusuyla bezeli. Hepsinin bağlandığı nokta ise baba. Çünkü baba o çocuğa eline geçecek beslenmedeki her şeyi “sağlamakla” yükümlü olan kişi.


I. OĞUL
Nuri Bilge Ceylan’ın bu filmdeki baş karakteri Sinan, ilk kesimdekilerin çocukluğunu yaşamış. Fakirliğin ve kasabanın kendi ufkunu kapatan duvarlarını yıkamamanın verdiği öfke, daha çocukluktan dolmuş içine. Bir hayli sinik ve kindar bir karakter. Kasaba, karakteri gereğince tutucu ve dedikoducudur; refah içinde geçinebilmek için mülkiyet sahibi olmaktan başka yol yoktur; ilk mülkiyet kolay elde edilmez, mülkün varsa daha da mülk edinirsin ancak. Sinan, eşitlik ve adaletin uzaklardan vatandaşlarına baktığı bir ülkede, kurtuluşu eğitimde arayan milyonlarca mülksüzden sadece biri. Eğitim almak, elbette ki elden gelenin en iyisi böyle bir toplumda ama her şeyin çözümü değil. Eğitimle her şeyin yoluna gireceğini, refah içinde bir hayatın garantilendiğini düşünmek yanılgısı yaygın. Çağ “inanırsan başarırsın” çağı; oysa bu söylem dış faktörleri, geçmişten gelen birikimleri hiçe sayan safsatalara zemin hazırlıyor. Öz gücü mutlak-î kadir sandığımızdan dolayı, kendimize Sinan gibi bize ve kendine “yabancılar” yaratıyoruz çoğu zaman. Doğru, “İnanmazsan başaramazsın” belki ama “inanırsan başarırsın” lafı bunun tam zıddı değil; sadece eşitsizlikler yaratan, kırmamız gereken makineyi görmemizi engelleyen bir felsefenin öncülü.

İşte, Sinan da, bahsettiğimiz üzere, eğitimle hayatını kurtaracağına inanmış biri. Eve dönüşte bir de bakıyor ki okul bitmiş ama her şey eski tas eski hamam. Hatta daha kötüye gitmiş. Hayatı kurtulmamış, daha da zorlaşmış. Lümpen proletaryanın sınıf kinine sahip o da. Engels ve Marx, bu sınıfın tanımını yaparken, sınıf olduğunun bilincinde olmayan, işsiz veya iş güvencesiz bırakılmış, çukurundan kurtulmak için bencilliği karakter edinmiş bir kitleden bahsediyor. Bundan sebep ki bu sınıf her şeye karşı yoğun bir alaycılık, bireycilik, boş vermişlik ve nihilizm içinde. Sınıf üyeleri, içine düştükleri durumdan kendi öz güçleriyle çıkamadıkları için birbirlerini suçluyorlar. Bu da kişiye, o sınıftan olmadığı iddiasını öne sürme isteği uyandırıyor. Sinan da bir bakıyor ki zarlar yine düşeş gelmemiş, hâlâ aynı sınıfın içinde. Sorunu da burada çatallanıyor. İkilemlerini rüyalarında demliyor.

Eğitimin üzerinde durmamın özel bir sebebi var. Bu da Sinan’ın gerçekten pek çok kişiye göre daha fazla kitap sayfası çevirmiş olmasından kaynaklanıyor. Sinan bir şeyler okumuş, kendini boş hissetmeyen, fikirleri olan; kısacası etrafındaki bilgisizlikten kendini kurtarmaya çalışan biri ama bilginin elde edilişi kadar onu hangi âkli süzgeçten geçirdiğimiz de önemli. Sinan’ın bilgisi, hiçbir şekilde refahına katkıda bulunmadığı gibi, süzgeci de onu sadece bir “kasaba aydını”, bir “yarı aydın”ın bireyciliğine mahkûm ediyor. Sinan’ın kendi etrafındaki “zavallı”lara kini de bundan işte: “Toplum başarısızsa, ona dahil olmayarak başarısızlıktan kaçınabilirim” diye düşünüyor, bu da bohem bir hayatın özlemine dönüşüyor içinde. Bu yüzden Sinan kendini okutmak isteyen yazara, dünyayı çözdüğünü sanan, bohem ve burnundan kıl aldırmaz egoyla saldırıyor. Otoriteye olan tavrı da “bireysel anarşi” düzeyinde, karşı ama sadece kendine dokunduğunda ve kendi üzerine baskı oluşturduğunda. Örneğin fazla dindar olmadığı için dini bir şeylerden sorumlu tutabiliyor, ama atanmadığı için polis olan öğretmen arkadaşının dövdüğü insanları gülerek dinliyor.

II. BABA
Peki ya babası kim? Babası bir öğretmen Sinan’ın. Evin tüm maddi yükünün erkeğin üzerine yüklendiği, kadının da el işi tarzı parça başı üretimle ailesine katkı sağlamaya çalıştığı tipik bir Türk ailesinin “reisi.” Zamanla öğreniyoruz ki pek “reislik” bir otoritesi yok çünkü oğlunu ancak bin bir güçlükle okutmuş, elektrik faturasını bile zor ödüyor, etrafı tarafından küçümseniyor. Sinan’ın babasına olan öfkesi de bu yüzden. Babası bir “zavallı.” “Kaybeden”den ziyade “zavallı”, çünkü çalıp çırpıp, insanları dolandırıp başaramasaydı bir “kaybeden” olarak bir “zavallı”dan daha çok itibarlı olacaktı. Babası, hayatın güçlüklerinin, çektiği azabın ve zorluğun simgeleşmiş hâli olarak Sinan’ın karşısında. Aslında öfkesinin hedefi kendi hayatı ama karşısında canlı kanlı duran bir temsil istiyor Sinan. Baba bir emekçi, oğul ise kökeninden nefret eden ütopist bir lümpen. Lümpen karşısında olgusal bir sebep görmek istemez, lümpen karşısında tüm heybetiyle bir sorumlu görmek ister. Sinan da boyuna babasını linç ediyor haliyle. Öyle ki bir sahnede annesi de kızıyor ve onu okutmak için ne zorluklar çektiğini hatırlatıyor oğluna.

Sinan babasının parası olmadığı için kendisini cemaat yurtlarına verdiğinden, doğru dürüst harçlık yollamadığından şikayetçi. Babası da düpedüz yolsuz; hataları olmuş, altılıya kaptırmış kendini zamanında, belki de hâlâ devam ediyor gizli gizli. Sigarasını alacak, çeyrek ekmek köfte yiyecek parası bile yok bazen. Bu, bir öfkeye maruz kalmasını Sinan’ın gözünde meşrulaştırıyor. Sinan içten içe hem acıyor hem sinir oluyor “zavallı” babasına. Her zaman hatalarımız olur, önemli olan kötücül müyüz ve bütünsellik içinde hatalı mıyız, budur. Ama sinsileşiyor Sinan, babasının yaptığı her hareketin ardında kendi hayatının kötülüğüne bir sebep arıyor. Para çalındıysa babası çalmıştır, altılıda yiyecektir. Dolap boşsa, et parası eşek peşinde kaybedilmiştir. Sinan öz gücüne güvenmektedir, aslında “olacaktır” da babası yüzünden “olamamıştır” bugüne kadar. Böylece, meseleyi yanlış analiz edip, babasının üç kuruş maaşla aile geçindirebilecek kadar para kazanamaması değil, kazandığı parayı çarçur ettiği yanlış sonucuna ulaşıyor. Ne de olsa “başaranlar” ve “muzafferler” var hayatta. Bunların hangi tarihsel birikimlerle elde edildiği önemli değil pek onun için. Ve ikbali için babasına son tekmeyi de atarak, ona “hakaret etmeyen tek varlık” olan köpeğini de satıp kitabını bastırıyor Sinan. Köpek sermayeye dönüşüyor ve Sinan babasının aksine ahlâksızca da olsa “muzaffer” olma fırsatını değerlendiriyor.

III. BABA-OĞUL
Çıktığı gün Ahlat Ağacı’na giderken bana neyin çarpacağını bilmiyordum. Sinan’ı gördükçe babamın bizi büyütmek için yaptıkları gözümün önünden geçti. Sinan’a öldüresiye bir öfke duydum, karşıma çıksa sopa atardım bir temiz. Ama hep de etrafımızda gördüğümüz sıradan biriymiş gibiydi bir yandan da. Onun o bilinçsiz egosu, sadece kendine duyarlı bireysel ideolojisi kızdırdı beni, babasına olan tavırları kalbimi kırdı. Aklıma başka örnekleri getirdi. Sinan bir küçük burjuva aydını olma hırsında, etrafında olan biteni analiz edemeyen biri, hep olmaktan korktuğum şeydi. Babasının “kolpanın teki” olduğundan emindi. Bu ikilinin son sahnedeki barışmasına rağmen, üzüntüyle eve geldim ve kaybettiğim babamın kıymetini daha da bilmek için Canım Kardeşim’de Kahraman ve abisinin babasının öldüğü sahneyi bir daha izledim. Gene üzüldüm, Kahraman’ın babasıyla, Sinan’ın babasıyla, kendi babamla gurur duydum. Kendimle de gurur duydum; ancak ve ancak tüm ideallerini bağladığı kitabı gram tutmayınca failinin babası olmadığını anlayan, rüyaları bile değişen, son sahnedeki hayalinde kendini asan eski Sinan olmadığım için. Yenisinin kim olduğu bambaşka bir mesele...

Neticesinde, anneyle ve annelikle empati kurmak kolaydır; toplum yapımızda annelerin büyük çoğunluğu evinde oturur ve evlâdına bakardı 80’letrin ve 90’ların Türkiye’sinde. Hâlâ da büyük bir kısmı öyle yapıyor. Annen hep seninle birlikte, hep ilgileniyor, hayatından fedakârlıklar yapıyor, aradaki sevgi bağının kurulması çok daha kolay. Ama baba, başka mesele. Babalar çocuklarını, onlardan uzakta büyütürler. Babalığın kaderi, fedakârlığı budur. İnsan ekonomik de bir canlıdır ve bu konuda çatışmalarımızın çocuğunu babayla yaşarız. Yaramazlık yaptığında önce baba ile korkutulur çocuk. Çünkü çocuğun anne ile olan yakın ilişkisi daha samimidir ve tabiatı gereği daha az otorite içerir. Anne 40 kere “yapma oğlum” dediği için yapar çocuk biraz da. Bu aile içi eğitimin kontrası ve kötü adamı babadır. İlişkinin aksi yönde gelişmesi de pek olası değildir.

Doğrudur, kiminin babası anasını döver, şerefsizin tekidir; bu dünyada kötü insanlar da var, nefret edilir onlardan. Evlâdın da hakkıdır bu; “babadır, annedir, kardeştir, ne yapacaksın” anlayışına pek inanmam. Kiminin babası dolandırıcıdır ama merak etmeyin, onlar babalarını pek severler. Kiminin babası öğretmen kimininkiyse işçidir; adam taş kırmaya gider, getirdiği sadece ekmektir; çocukları başkasının babasının nasıl başardığını sorgularlar sanki eşit bir toplumda yaşıyormuşuz gibi. Ama her halükârda babaların işi çok zordur. Âdil bir tartısı varsa insanın, babası da namussuzun teki değilse; birlikte kazılan kuyular, babayla oğul arasında bir akarsu yatağı oluşturur, birbirine akar. Bulacağımız o su, aynı sudur; hayatın çamurunun üstünü örttüğü, temiz, berrak bir kaynak…

Yorumlar