Alice in Chains tekrar evde: Rainier Fog




Yazı: Güven Güngör

Alice in Chains; “grunge dörtlüsü” diye adlandırılan 90’ların Seattle rock grupları içerisinde en tuhaf ya da en “tüyler ürpertici” müziği yapanıydı. Heavy metale meyleden yönü, bir başka Seattle grubu olan Soundgarden’a benzerlik gösterse de şarkılarındaki karanlık ve kasvetli ruh hali, hiçbir grubun kıyasa giremeyeceği cinstendi. Kurucu dört üyesinden ikisi aşırı dozdan ölen, diğer ikisi de bir dönem madde bağımlısı olmuş bir grubun iç dünyalarındaki şeytanları dile getirmesi, çok da şaşırtıcı değildi aslında. Ne var ki en başarılı oldukları Dirt (1992) albümünü yazarken yardımcıları olan maddelerin birer düşmana dönüşmeleri çok da uzun sürmedi. 1995’te çıkan albümlerinden sonra sessizliğe gömülüp, 2002’de vokalist Layne Staley’nin ölümü ile tamamen dağıldılar. 2006’da boşalan vokale William DuVall’ı alıp yeniden birleştiler fakat yeri doldurulmaya çalışılan kişi, Staley gibi hem çok güçlü bir vokal hem de dinleyicisiyle madde bağımlılığı üzerine bir çeşit kader ortaklığı kurmuş bir adam olunca DuVall tercihi çok tepki çekti. Yine de çoğu şarkısının bestecisi olduğu Alice in Chains’te solo gitarist Jerry Cantrell’in de en az Staley kadar söz hakkı vardı ve dört üyesinin üçü değişmemişken aynı grup ismiyle devam etmek hatalı bir hareket değildi. 2009 ve 2013’te olmak üzere iki album çıkaran grup, eski ile yeniyi harmanladığı görülse de alışılagelmiş tınısından sapmayacağını kanıtladı. 24 Ağustos 2018’de çıkan Rainier Fog ise Staley-sonrası dönemin üçüncü, Alice in Chains’in altıncı albümü olma özelliği taşıyor.


Rainier Fog
Rainier Fog’un ismi, Seattle’dan görülebilen karakteristik Rainier Dağı’ndan ve Seattle’ı yıl boyu kaplayan sisten (fog) geliyor. Amerika’da özellikle rock müziğin sahnesi konumundaki Los Angeles’ın aksine soğuk, kasvetli ve görece küçük bir şehir olan Seattle, ilk kez doksanlardaki müziği ile dikkatleri üzerine çekmişti. Birçok grup gibi sonradan Los Angeles’a taşınan Alice in Chains de bu albümde sadece ismi Seattle’a ithaf ederek şehrini onurlandırmakla kalmıyor, stüdyo kaydını da Seattle’da yaparak tam bir eve dönüş hikayesi yaşıyor.
Ana akım müziğe adapte olmak istemeyen dinleyici için doksanlardan beri sağ kalan rock gruplarıyla ilgili en önemli kriterlerden biri favori gruplarının su katılmamış, seyreltilmemiş müzik yapmaya devam etmesidir büyük ihtimalle. Hele ki mevzubahis grup o dönemin en özgün müziğini yapan Alice in Chains ise. Yeni dönemde çıkan Black Gives Way to Blue (2009) ve The Devil Put Dinosaurs Here (2013) albümlerinde yer yer heavy müziğin ve karanlık ruh halinin dışına çıkılıyordu ama bilindik Alice in Chains hissiyatı da kesinlikle bulunuyordu. Rainier Fog ise klasik Alice in Chains tarzını ve tarz dışı çalışmaları en uç halleriyle, aynı albüm içerisinde ama birbirine katmadan bulunduruyor. Ağır şarkılar hiç sırıtmadan Dirt’e girebilecek kadar ağırken diğer tarafta yer alanlar geçmişteki hiçbir albümle bağdaşmayan cinsten.

Artıları
Albümde doksanlar müziğinin en büyük ilham kaynaklarından biri olan Black Sabbath’ın hissiyatını yakalamak isteyenler için Red Giant, Drone ve özellikle nakaratıyla Deaf Ears Blind Eyes gibi şarkılar bulunurken; akustik severler de Fly, Maybe ve All I Am gibi şarkılardan fazlasıyla tatmin olacaklardır. Albümün çıkışından 2 ay önce single olarak yayınlanan So Far Under ise bana göre albümün en başarılı parçası olarak karşımıza çıkıyor ve tahminimce bundan sonraki her konserde çalınacak klasik bir Alice in Chains şarkısı olarak yer ediniyor kendisine. Genel olarak her zamanki kaliteli Jerry Cantrell riff’lerinin ve yine enfes Cantrell sololarının bulunduğunu söylemek gerek. Tabii, mayısta ilk single olarak çıkan The One You Know’un verse (şiir) kısmı gibi, riff’in zayıf kaldığını düşündüğüm yerler de var ama bunlar albümün büyük çoğunluğunu oluşturmuyor. Grubu yakından tanıyanların aşina olacağı DuVall-Cantrell arası vokal harmoni, wah pedalı ve sludge (tırmalayıcı, rahatsız edici) tınılar bu albümde de çok güzel bir şekilde kullanılıyor.

Eksileri
Olumsuz tarafta ise söz yazarlığındaki kusurlar ilk göze çarpanı. Bazı parçaların sözlerinde Alice in Chains’te pek alışık olmadığımız şekilde bir bayağılık, şiirsellik eksikliği, ayrıca söz-müzik uyumunda zayıflık var. Zaman zaman söz ve müzik aynı ruh halini yansıtmazken, zaman zaman da sözler müziğin üstüne tatmin edici şekilde oturamıyor. Bana göre albümün en iyi gitar riff’ine sahip Drone parçası malesef sözü yüzünden geri çekiliyor. Red Giant da aynı sebepten mütevellit kaybedilmiş bir potansiyel. Alice in Chains’in ilk döneminde Staley-Cantrell vokal harmonisi ve Staley’nin solo söylediği kısımlar arasında güzel bir oran vardı. Vokal harmoni her ne kadar grubun güçlü silahlarından biri olsa da yeni dönemde DuVall nadiren tek başına söylüyordu ve asıl vokalin sesinin tam potansiyelini duyamamak dinleyicinin şikayet ettiği bir şeydi. Red Giant’ta da özellikle nakarattaki harmonik vokalin, şanın duygusuz hissedilmesine katkıda bulunduğunu düşünüyorum. Öte yandan albümle aynı adı taşıyan şarkı Rainier Fog’da DuVall’ın sesinin öne çıkarıldığını ve bunun olumlu bir özellik olarak yansıdığını da söylemeden geçmemek gerek.

Alice free of Chains
Tarz dışı çalışmaları nasıl yorumlamak gerektiği ise başlı başına bir tartışma konusu. Yukarıda akustik olarak saydığım üç parçayla birlikte 10 Ağustos’ta üçüncü ve son single olarak çıkan Never Fade de herhangi bir alt tür etiketine girmeden sade rock, hatta belki de alternatif rock olarak nitelendirilebilecek şarkılar. Alice in Chains gibi bir grubun ana akıma yaklaşmasını ilk başta felaket olarak değerlendirsem de hem bir nebze değişimi kabullenmek adına hem de grubun zaten uç noktada heavy ve sludgy olan şarkılarının da albümde mevcut olması nedeniyle eleştirimi yumuşattım. AiC tarzına sadık şarkılar çıkmaya devam ettiği sürece diğerlerinin varlığını bir problem olarak görmüyorum ancak albüm bütünlüğünü korumak adına daha önce akustik EP’ler olarak çıkan Sap’te (1992) ve Jar of Flies’ta (1994) olduğu gibi ayrı bir kayıtta toplanabilirlerdi.

Şarkılar
Rainier Fog: Üçüncü tekrarda gördüğümüz davul varyasyonları öncesinde de kullanılsaydı zaten hem verse’te hem nakaratta aynı riff’i tekrar eden şarkının kısır olma ihtimalini çok daha azaltırdı. Fakat bu haliyle de kötü bir parça değil. Şarkı boyunca DuVall’ın sesinin ön plana çıkarılması Cantrell’in solo söylediği bridge (köprü) kısmını da daha dikkat çekici, nadir ve değerli kılmış.
Red Giant: Yukarıda bahsedilenlere ek olarak bası çok güzel.
Fly: Tamamen bir iyi ruh hali şarkısı. Sözlere Temple of the Dog’un “You Call Me A Dog” şarkısındaki gibi bir giriş yapıp “Bu yolda çok yara alacaksın ama asla pes etme.” gibi bir mesajla ilerliyor. Albümdeki müzikal açıdan Fly’a benzer şarkılar önceki akustik EP’lerle örtüşse de Fly’daki aydınlık tema daha önce AiC’de hiç şahit olmadığım bir deneme.
Drone: Girişindeki riff biraz daha yavaş çalınsa ve daha sert davul vuruşlarıyla eşlik edilse, bir Black Sabbath şarkısına ait olduğuna kolayca ikna olabilirdim. Ölçü sonlarında wah pedalıyla yapılan melodiler de kendilerinden bir şeyler katınca müzikalde harika bir Sabbath-AiC sentezi meydana geliyor. İkinci nakarattan sonra neredeyse deneysel bir hamleyle akustik bir bridge kısmı giriyor ancak bütünlüğü bozmak yerine güzel bir kontrast yaratıyor. Onu da güzel bir gitar solosu takip ediyor. Ayrıca outro (kapanış kısmı) da harika yazılmış.
Deaf Ears Blind Eyes: Nakaratındaki riff’i Black Sabbath’ın grupla aynı isimli şarkısının ufak bir kısmına, oradaki riff’in bir varyasyonu olarak koysanız sorunsuz oturabilir. AiC’nin son yıllarda yazdığı en karanlık nakaratlardan birine sahip. Malesef verse’teki riff, sözlerin okunuşu ve kulağım beni yanıltmıyorsa bridge’de kullanılan klavye o ağırlığı bozuyor.
Maybe: Akustik versiyonlarıyla ünlü olan Nutshell ve Down in a Hole gibi AiC şarkıları her zaman vardı. Bu, 2009’daki Your Decision ve 2013’teki Voices ile devam etti. Bu hattın son eklentisi olacak bir şarkının yeni albümde yer alacağı, kaçınılmaz bir gerçekti zaten. Her ne kadar bu sefer birden fazla aday olsa da en güçlüsü Maybe gibi görünüyor. Verse ve ön nakarattaki kasvetli akustik gitar tınıları Nutshell’e, beni rahatsız etse de güzel yazılmış olan antemik (hareketlendirici, neşelendirici) nakaratı da Voices’a göz kırparak zincirin son halkası oluyor.
So Far Under: Bu kadar önemli bir şarkının hem sözünü hem müziğini William DuVall’ın tek başına yazmış olması, birlikte geçirdiği 13 yıl ve çıkardığı 3 albüme rağmen hala onu Alice in Chains’te istenmeyen bir misafir olarak görenlere güzel bir cevap.
Never Fade: Verse riff’i tarz olarak sludgy ve ürpertici olsa da vasattan öteye geçemiyor. Nakaratında ritim gitarda kullanılan power chord’lar (güç akoru) şarkıyı ana akım rock’a çeviriyor. Tür etiketi bu kadar önemli değil ama grubun bir hayranı olarak single olarak çıkan bir şarkısından Alice in Chains’e özgü tınıları almak isterdim. Halbu ki nakaratta solo gitarın sesini arttırmak bunu yarı yarıya çözebilirdi çünkü çok dikkat kesilmeden duyulmasa da solo gitarda çalınan notalar alışageldiğimiz AiC tarzını andırıyor. Ne var ki şarkının girişini ve ilk nakarattan sonra davul vuruşlarının da etkisiyle 80’lerin glam metali çağrışımı yapan ufak kısmı kurtarmanın bir yolu yok. Büyük ihtimalle akılda kalıcı ve dile dolanıcı nakaratı sayesinde dinlenecektir.
All I Am: Heavy olmamakla birlikte karanlık tarafta dolanan, sözü ve müziği iyi yazılmış bir şarkı. 10 şarkılık albüme 7 dakika 15 saniyelik bir veda niteliğinde.

Karar
Özetle Rainier Fog, Alice in Chains’in ilham pınarı olan Black Sabbath’tan direkt olarak beslendiği, hem ismi hem de büyük çoğunluğundaki tarzı ile öze dönüş yaşadığı, tekrar tekrar vurgulamak gereken harika Jerry Cantrell sololarıyla ve riff’leriyle dolu bir albüm. Bu, kesinlikle olumlu tarafta yer alıyor. Öte yandan söz yazarlığının tatmin etmediği şarkıların olduğu aşikar. Ayrıca yeni bir tarza evrilmek kabul edilebilir ama yer yer karakteristiğini kaybedecek şekilde en kestirmeden ana akıma kayılması, o eşsiz Alice in Chains sesinden başka bir şey duymak istemeyenleri üzebilir. Bir puanlama yapmak gerekirse, 10 üzerinden 7’yi hakeden bir albüm olmuş.

Yorumlar