Çeviri: Yaratıcıları ve Oyuncularının Ağzından The Wire'ın Sözlü Tarihi



(Orijinali için şuradan. Diziyi izlemeyenlerin okumaması tavsiye edilir; tabii ki spoiler tehlikesi var.)

2002 yılının Haziran ayında HBO, The Wire'ı yayımladı ve... neredeyse kimsenin umurunda olmadı.  Polisler ve torbacıların, esrarkeşlerin ve siyasetçilerin, yoksulluk ve umudun destanı eleştirileri kutuplaştırdı, Emmy ödülleri tarafından görmezden gelindi, işin reyting cephesinde sürekli sıkıntı çekti ve birden fazla kez yayından kaldırılmakla yüzyüze geldi.

80'lerin ortasında Baltimore Sun için polis muhabirliği yapan David Simon, yerel uyuşturucu kralı ve halk kahramanı Melvin Williams'ın da içinde bulunduğu büyük bir vakanın ortasındaki dedektif Ed Burns'le tanışır. Dava için kritik önemdeki kanıtlar, dinleme aracılığıyla toplandı.

David Simon (dizinin yaratıcısı, yazarı, yapımcısı): Ed baş dedektifti. Bu, Melvin'in --yapılırsa-- üçüncü ve son tutuklanması olacaktı, bana da onun kim olduğu, nasıl olup da sürekli bu işte tekrar yükseldiğini yazma görevi verilmişti.

Ed Burns (yapımcı, yazar): Tamamen gizli olması gerekiyordu, ama David'in polis teşkilatının içinde çok arkadaşı vardı, özellikle de cinayet şubesinde. Öyle olunca emniyet müdürüne gitti ve davayı takip edip edemeyeceğini sordu. David emniyet müdürleri konusunda çok şanslıydı.

David Simon: İlk defa oralarda olmama izin veriliyordu. Ed soruları cevaplarken samimi ve dürüsttü, ama dava henüz mahkemeye intikal etmemişti ve bu hususta çok dikkatli olmalıydı.

Ed Burns: Şöyle demişti: "Bunları takip etme iznim var, ve neler olup bittiğini bilmek isterim. Dava kapanana dek bir şey yazmayacağım, fakat bazı ses kayıtlarını dinlemek güzel olur." Ben de ona şöyle yanıt verdim: "Dürüst olmak gerekirse ben de onları duymanızı isterim ki sizi 10 yıl içeri atayım." Çünkü eğer yetkiniz yoksa, kayıtları dinlemenizin cezası budur. Davayı takip etti, sonrasında arkadaş olduk diyemem, ama ona güveniyordum. Çenesini tutmayı biliyordu.

David Simon: Ed ihtiyatlı konuşuyordu. Kibar ve dürüsttü, ama bir noktada şöyle düşündüm: "Eğer onunla ofis dışında konuşursam, biraz açılabilir." Sonra arayıp sordum. Towson Kütüphanesi'nde buluştuk, önünde bir sürü kitap vardı. Klişeler üstünden gitmeyeyim ama, bir Baltimore polisinden bunu beklemezsiniz. Dedim ki, "Aslında Baltimore'lu bir polis değilsin, değil mi?" Ed öyle bir adamdı. Tamamen oto-didakt bir karakter.

Simon, 1988'in en iyi döneminde departmanda çalışmaları izledi. 1991 yılında yayımlanan Homicide: A Year on the Killing Streets isimli kitabı sağlam, eğlenceli ve yakalaması zor suçlular ile düşünceli polislerin dokunaklı hikayesiydi. Sonrasında Simon, emekli olan Burns ile birlikte esrarkeşler, torbacılar ve daha fazla polisle röportajlar yaparak bir yıl daha geçirdi. Sonuç, The Corner: A year in the Life of an Inner-City Neighborhood isimli kitaptı. Homicide hemen NBC için cesur bir dizi haline getirilirken, The Corner da HBO için Emmy kazanan bir mini-dizi yapıldı. 


Method Man (Calvin 'Cheese' Wagstaff, Proposition Joe'nun elemanı): The Corner'ı yaptıklarında, The Wire'dan önceki The Wire tadını almıştık. Star Trek'le Star Wars'ı kıyaslamak gibiydi. Star Trek iyiydi, ama daha çok ayrıntı görmek istiyordunuz. Mesela ben, daha fazla uzay savaşı görmek istiyordum. Star Wars çıktığında kafayı yemiştik.

Chris Albrecht (HBO'nun eski başkanı ve CEO'su): The Corner'a gelen reaksiyonlar, tahmin ettiğimizin ötesindeydi. David, The Wire için geldiğinde, lafa şöyle girdi: "Televizyonların gördüğü, bir polis soruşturmasına en derinden bakabilen diziyi yapmak istiyorum."

David Simon: Carolyn Strauss'la görüşmelerimiz olmuştu ve pilot senaryo fikrine bakmaya niyetliydiler. Uyuşturucu savaşları dünyasıyla ilgili bir şeyler yapma fikri. Biz üç taslak gönderdik. Ve bu yazma sürecinde McNulty ile Barksdale'leri bir araya getirdik.

Oyuncu seçiminden sorumlu Alexa Fogel, Chris Bauer (Frank Sobotka) ve Seth Gilliam (Ellis Carver) ile dizinin iki ana kanadının liderleri olan James 'Jimmy' McNulty ve Russell 'Stringer' Bell rolü için deneme çekimleri yapmıştı. Son tarih yaklaşırken, beklenmedik bir şekilde bu roller için iki Britanyalıyı, Sheffieldlı Dominic West ve Londralı Idris Elba'yı seçti.

Alexa Fogel: Ben oyuncu seçimine girişmeden önce Idris bir filmle anlaşmaya çok yakındı. O filmde oynamasını çok istemiştim ama olmadı, sonra The Wire ortaya çıkınca ondan İngiliz aksanıyla konuşmadan denemelere katılmasını istedim. Doğrusu buydu. Bu kadar Amerikan bir hikayeyi anlatırken, İngiliz aksanıyla katılmak korkutucu olabilir.

Hassan Johnson (Wee-Bey Brice, Barksdale çetesi üyesi): Idris'in ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu biliyordum. Sonrasında ABD'ye geliyor, istekli, gözlerinden ateş fışkırıyor. Bunu görebilirdiniz.



Idris Elba (Russell 'Stringer' Bell, Barksdale çetesi): O aralar bir süre ABD'de yaşamıştım, yani her günümü antrenman yaparak geçiriyordum denebilir --  bunun için biraz iyi kulaklara sahip olmanız gerek tabii. Aksanımı mükemmelleştirmiyordum. Sadece hayatımı yaşıyordum, hayatta kalmaya çalışıyordum. Stringer senaryonun ufak bir parçasıydı, ama bana bir fırsat verilmişti, ben de bunu kullandım.

Alexa Fogel: Dominic özelinde, senaryodaki kişiyle onun arasında fizik ve yaş açısından fark vardı. Fikirleri ve ihtimalleri tüketmiştik, feci çaresizdim. Bu rolü ana taslağa yakın bir şekilde seçmemiştik.


Dominic West (Memur James 'Jimmy' McNulty): Yalnızca oyuncu seçimini yapan kişiye yollanan herhangi bir deneme çekimiydi. Sanırım aklımdan geçen şey, çocukluğumda Starsky ve Huch gibi takıldığım zamanlardı; o yüzden benim için bir Amerikan polisi gibi davranmak bir nevi fanteziydi.

West'in o zamanlar Detektif William 'Bunk' Moreland rolü için seçilmiş olan Wendell Pierce ile olan uyumu, rolü kapmasını sağladı. Clarke Peters, Lance Reddick, Sonja Sohn, Seth Gilliam, Domenick Lombardozzi ve Jim True-Frost da diğer polisler oldular. Bunlardan bazıları yerel ekiplerle zaman geçirerek 'doğal polis'i tasvir etmeyi öğrendiler.

Seth Gilliam (Çavuş Ellis Carver): Ed Burns bir keresinde bana şöyle dedi: "Bu, klasik silah çekmeli polisiyelerden olmayacak, anladın? Hiç ateşlemeyebilirsiniz bile. T. J. Hooker'lık yapmayacaksınız yani."

Domenick Lombardozzi (Thomas 'Herc' Hauk): Orada polislerle tur attığımız oluyordu ve bizi şehrin bazı perişan yerlerine götürmüşlerdi.


Wendell Pierce (Detektif William 'Bunk' Moreland): Sorgu odasında bir sorguyu takip ediyordum, sonra birden gerçek Bunk ile tanıştım. Beni biraz etrafta gezdirdi, Cinayet Şube ile ilgili hikayeler anlattı, beni diğer polislere tanıttı. "Bu adam şu yeni dizide beni canlandıracak. Gelsene Bunk!" Oradakilere 'Bunk' diyordu. Orduda kullanılan bir terim. Ranza arkadaşı hesabı.

Delaney Williams (Detektif Çavuş Jay Landsman): İlk sezonun sonuna kadar gerçekte Jay Landsman diye birinin var olduğunu bilmiyordum. Bana pek bir şey anlatmamışlardı. Aday listesinde 30. sırada falandım herhalde.



Sonja Sohn (Shakima 'Kima' Greggs): Şahsen kolluk kuvvetlerinden pek hoşlanmıyordum ve bir polisi oynamak için bunun üstesinden gelmek zorunda kaldım. Böylece bazı detektifleri tanımak için çaba harcadım: "Neden polis oldunuz?" "Bir birey olarak siz kimsiniz?"

Yerel oyuncular polis ve torbacı rollerini üstlenirken, Deirdre Lovejoy, savcı yardımcısı (ve McNulty'nin bir dönemki kız arkadaşı) rolündeydi.

Deirdre Lovejoy (Rhonda Pearlman): Kendimi hiç romantik bir durumda beklemiyordum, ama çekimlerin ilk gününde Dominic üstümdeydi! Genelde kıyafetlerini çıkarmış kız rolünde olmazdım, ama bu kez kablolu tv'de olacaktım ve kıyafetler çıkmıştı. Dominic de halinden memnun, şöyle diyordu: "Geçen hafta da Renee Zellweger'le sevişiyordum!"

Clark Johnson (ilk bölümün yönetmeni; 5. sezondan Editör Gus Haynes): Dizi, oyuncu olmayan kişileri kullanma konusunda efsaneviydi. Mahalleden insanlar buluyorduk.

Anwan Glover (Slim Charles, Barksdale çetesi adamı): Ben Washington D.C.'de büyüdüm, buraya sadece 30 dakika; ve dizi, yani, kendi hayatım gibiydi... ama ciddi yaralar almadan bundan yırtabilirsiniz.

Chad Coleman (Dennis 'Cutty' Wise, eski torbacı, boks antrenörü): Crack kokain, şehri yok ediyordu, şehre büyük bir çaresizlik ve sertlik veriyordu. Ben bu tip şeylerin arasında büyüdüm. Toplu konutlarda değildik, ama 3 blok ötedeydik.



Clarke Peters (Detektif Lester Freamon): Bu işin bana etkisi Baltimore'da bir ev almak oldu; sonraları oraya gittiğimde, dizide figüranlık yapan kişilerin barmenlik veya şehir meclisi üyeliği yaptığını ya da sokaklarda olduğunu görüyorum. Hâlâ oradalardı. Sanki "O sizin işinizdi, ama bu bizim hayatımız" der gibi. Çok acayip.

Bağımlının çektiklerini göstermeden, uyuşturucu savaşları hakkında bir hikaye anlatamazsınız. Kritik bir rol olan bağımlı ve muhbir Bubbles'ı, New Yorklu aktör Andre Royo canlandırmıştı. 

Ed Burns: Bubbles aslında gerçek bir karakter. Fotografik bir hafızası var. İnsanların yüzlerini aklına kazıyordu. Andre o rolde harika bir iş çıkardı.


Andre Royo (Bubbles): Çok heyecanlıydım, çünkü o zamanlar pazar akşamları HBO demekti. Benim kızla ot içip demlenirdik. HBO'dan bahsediyoruz, ulusal kanallardan değil. Gerçek senaryonun, gerçek aktörlerin, gerçek hikayelerin olduğu bir kanal. Onlar bana Bubbles isimli bir esrarkeş için deneme çekimi yapacağımı söyleyene dek heyecanlıydım. Gittim, David Simon oradaydı, şöyle dedim: "Bak, herhangi klasik bir bağımlı rolü oynamayacağım. Espri yapmıyorum. Ortamı yumuşatıcı komik olmak istemiyorum."

Ve Omar Little: Asla küfür etmeyen, dik duruşlu bir gay. Yüzündeki karakteristik yarası, sigarası ve kendine has uyarı müziğiyle (The Farmer in the Dell melodisi) New York doğumlu aktör Michael K. Williams, televizyonun son gerçek asi halk kahramanını yaratacaktı. 

David Simon: Omar, Ed'in tanıdığı ya da ona muhbirlik yapan kişilerin bir karışımıydı. Bir nevi sentezdi.

Ed Burns: Dünyadaki Omarlar da savaşçı insanlar. Onlar da uyuşturucu işine tenezzül etmiyorlar. O bir asi, ve kendi kuralları var. Ben polisken böyle adamları arardık. Eğer uyuşturucu işi yapanlara karşı geliyorsanız, silahla dolaşmalısınız. Ve silah taşıyorsan da ben seni gözaltına alırım. Gayet basit. Seni gözaltına aldığımda da oturur konuşuruz, sonra savcılığa gitmeye başlarız, ardından yargıç önüne çıkar ve bir anlaşma yaparız. Böylece ben de birçok Omar tanımıştım. Michael K. Williams o rolde muhteşemdi.

Alexa Fogel: Onu başka bir dizinin deneme çekimlerinden gayet iyi hatırlıyordum, ama ismini çıkaramamıştım. Sonra yüzündeki yara iziyle ilgili bir şey bulana kadar tüm notlarıma baktım ve ardından kendisini The Wire'a çağırdım.


Michael K. Williams (Omar Little): Ben geldiğimde senaryodaki Omar yüzde 99 hazırdı. Benim yaptığım şey, Omar'ın oralardanmış gibi görünmesi ve konuşması meselesini halletmekti. Brooklyn'den biri gibi duyulmak istemezdim.

Wendell Pierce: Michael bir dönüştürücü. İnsanların onun canlandırdığı karakteri çok sevmesinin bir sebebi var, rolüne çok odaklanmıştı. Michael normalde Omar'ın tam tersi, ama rolü harika benimsedi.

Çoğu dizinin aksine The Wire, anlattığı sokaklarda çekildi. Birçoğu New York, Los Angeles ve Londra'dan gelen yapım ekibi ve oyuncular, Baltimore'daki hayatın nasıl bir şey olduğunu çabucak görmeye başladılar.

Andre Royo: Beni aradılar ve Bubbles rolünü aldığımı söylediler, karım bu durum karşısında çok heyecanlandı."Hasiktir, rolü aldın!" Hemen bavullarını L.A. için hazırlamaya başladı, ama ben atıldım: "Hayır hayır, diziyi Baltimore'da çekeceğiz." Hızla bavulları boşaltmaya başladı. "Eve döndüğünde görüşürüz."

Hassan Johnson (Wee-Bey): Baltimore bizim açımızdan tam bir kültür şokuydu.

Lance Reddick (Albay Cedric Daniels): Orijinalliği hissedebilirdiniz; çekim yerleri, şehri çok iyi bilen kişiler tarafından seçilmişti.

Larry Gilliard Jr. (D'Angelo Barksdale, Barksdale çetesi torbacısı): Ben Batı Baltimore'da büyüdüm. Senaryoyu okudukça sokaklar ve mahalleler gözümün önüne geliyordu: "Buraları tam olarak biliyorum."

J.D. Williams (Preston 'Bodie' Broadus, Barksdale çetesi torbacısı): 'Çukur' (yani Bodie, D'Angelo ve diğerlerinin torba tuttuğu yer) hakikaten bir sitenin avlusuydu.

Michael B. Jordan (Wallace, Barksdale çetesi üyesi): Bunlar hep gerçek. Müptelaların gelip polisi kafalamaya çalışmaları filan hep gerçekti. Bende sahte para vardı, onlar da gelir, takas yapmaya çalışırdı. Ben onların bizim ekipten olduğunu sanırdım, takası yapardım. Sonra güvenlik oradan belirip "Hayır! Hayır! Hayır!" diye bağırır, ben de bırakırdım. "Hasiktir! O harbiden esrarkeşti! Özür dilerim! Ben torbacı değilim!" diye panik yapardım.

Clarke Peters: İngiltere'de çok zaman geçiren biri olarak Baltimore, Amerikan siyaseti, Amerikan tarihi ve Amerikan toplumu açısından harika bir eğitim ortamıydı. Ve bu Baltimore'da daha yoğun olsa da, kısa süre içinde orasının da diğer büyük Amerikan şehirleri gibi olduğunu görmek zor değildi.



Wendell Pierce ('Bunk'): Çekimleri Baltimore'da yapmanın en güzel yanı, herkesin birbirinin en yakını olmasıydı. Uzun saatler boyu, çok çalıştık; ama iyi de parti yaptık ha. Bir bar, "Ünlüler barmenlik yapıyor" konseptli bir gece düzenledi. Bu sadece bir gece yapıldı! Başka bir şey demiyorum!

Idris Elba: Otun güzelinden içtik, striptiz kulüplerine gittik. Bunları epey yaptık.

Michael B. Jordan: Idris, Wendell ve Clarke'ın yanında büyüdüm diyebilirim. Onların peşinden striptiz kulüplerine falan gidiyordum. Baltimore'da, onların yanında bir erkek oldum.

John Doman (Başkomiser William Rawls): Bir zaman geldi, Clarke Peters bir ev aldı ve çoğumuz orada kaldık. Kolej arkadaşlığı ortamı vardı.

Seth Gilliam: Domenick'le Madden oynardık, öyle olunca turnuvalar düzenledik. Her zaman polis rolündekiler suçlularla oynuyor gibiydi. 5-6 saat durmadan oynadığımız olurdu. Epey mücadele olurdu.

Dominic West: Polisler ve gangsterler arasında sosyal açıdan bir çeşit kutuplaşma olmuştu. Polisler, polislerle takılma eğilimindeydi; gangsterler de gangsterlerle.

John Doman: Ekibin iki tarafı hiç birbiriyle temas etmedi. Ben torbacıları hiç tanımadım. Benim etrafımda hep polisler vardı.

Jim True-Frost (Detektif Roland 'Prez' Pryzbylewski): Gerçekten bir topluluk hissiyatı vardı ve bilirsiniz, bazı insanların doğal olarak diğerlerinden daha büyük egoları vardır, ama gerçekten bir oyuncu grubunun, hatta belki bir asker grubunun parçası gibi hissediyorduk. Herkes, hep birlikte taşın altına elini koymuştu.

Michael K. Williams: Erkek ve kız kardeşlerin de içinde olduğu bir sevgi ilişkisiydi. Dominic West? Başka bir anneden doğan kardeşim. Hep birbirimize göz-kulak olurduk. Parti yaptık, birlikte yedik-içtik, birlikte çıldırdık, birlikte güldük ve birlikte ağladık.

The Wire'ın ilk bölümü 2 Haziran 2002'de yayımlandığında, akıcılığı ve tarzı farklı yorumlara sebep oldu; dizinin reytingleri, HBO'nun iki büyük dizisi Sopranos ve Sex and the City ile kıyaslandığında düşüktü. Yine de televizyon için ilgi uyandırıcı bir yapımdı ve yakın zamanda ateşli bir hayran kitlesi kazanacaktı.




Michael Kostroff (Maurice Levy, Barksdale çetesi avukatı): İlk sezon yayımlandığında insanlar delirmişti, HBO'nun sitesi yorumlarla dolup taşıyordu.

David Simon: "Sadece iyi gitmekle kalmıyor, ikinci sezon için de onay alabiliriz" diyorduk. O zaman Ed'e şöyle demiştim: "Şimdi işini bırakmak için bir sebebin var. Çünkü dizi ayakları üstünde durmaya başladı."

Jim True-Frost: Temelde dizinin yazıldığı gibi yaşıyorduk. Senaryoyu günler önce, ya da bazen çekimden çok kısa süre önce, çekim programının başında alıyorduk.

Wendell Pierce: Bir gün biz çekimdeyken David geldi ve şöyle dedi: "Beyler, sizin için bir sahne yazıyorum ve tüm sahne boyunca yalnızca küfretmenizi istiyorum."




Dominic West: 44 kere? Normalde 20 falandı. Kurgu esnasında biraz daha ekledik. Bir polisin David'e böyle bir şey anlatmasıyla ortaya çıkmış, o da sadece küfürden oluşan bir raporun yazılabileceğini düşünmüş.

Trey Chaney (Malik 'Poot' Carr, Barksdale çetesi torbacısı): Ne zaman senaryo elime gelse, o bölümde Poot hayatta kalıyor mu diye bakardım: "Bakalım yarın hâlâ bir işim olacak mı."

Larry Gilliard Jr.: Senaryoyu alıp insanların ölmeye başladığını görmek heyecan vericiydi. Ama korkutucuydu da, çünkü kimse garanti altında değildi.

Domenick Lombardozzi: Önce ölecek misiniz diye bakarsınız, sonra ölmediğiniz sürece senaryoya bakarsınız, bakmaya devam edersiniz, ardından "Sikeyim, bir sonraki senaryo için bir hafta daha beklemeye dayanamam" dersiniz.

İlk sezon biterken Simon ve Burns, seyircinin favorilerinden, ergen torbacı Wallace'ı öldürmeye karar verdi. Bu bir The Wire geleneği olacaktı.

Michael B. Jordan: David Simon, 12. bölümün senaryosunu alınca bana söylemişti: "Mike, bak, seni seviyoruz, herkes seviyor. Bu yüzden seni öldürmek zorundayız."

J.D. Williams: Bir yanım "Bunlar çıldırmış!" diyordu, ama bir yanım da bunun onun adına iyi olduğunu söylüyordu. Aktörler ölüm sahneleri için yaşar.



Simon ve Burns ikinci sezonu planlarken uyuşturucu savaşlarına daha az yer ayırıp, şehrin başka bir kısmındaki harekete odaklanmaya karar verdi.

David Simon: İlk sezon boyunca Ed'e şöyle deyip durmuştum: "Şimdi bir işçi sınıfı hikayesi bulmalıyız."

Ed Burns: Hikayenin yalnızca ghetto temasının olmadığı bir tarafa gitmesi, David'in fikriydi. İlk sezonda, bir yerde McNulty şöyle soruyordu: "Eğer başka bir bölüme nakledilecek olsan, nereyi isterdin?" Bu da bizi limana götürdü.

David Simon: Ed "Henüz işimiz bitmedi, biliyorsun" dediğinde, ben de "Biliyorum, ama ya şimdi şehri bozmaya başlarız, ya da tam bir polis dizisi olarak devam ederiz" şeklinde karşılık veriyordum. Ed buna o zaman biraz karşıydı, ama klasik olarak, o konu hakkında bir şeyler öğrenmeye başlayınca bakışı değişti.

Alexa Fogel: Her sezon, yeni bir hikaye için yeni oyuncular bulmak zorundaydık.

Dominic West: İkinci sezonda bu inanılmaz karakter grubunu oluşturmak için o kadar zaman harcamak ve bu beklenmedik konu değişikliğine imza atmak delilik gibi görünüyordu.

2003 yazında ilk bölümü yayımlanan 2. sezon esasen bir cinayet hikayesiydi. Ölü kadınlarla dolu bir nakliye konteyneri, taze memur Beatrice 'Beadie' Russell tarafından bulundu ve hem kaçakçılık dünyasının perde arkasını, hem de liman işçileri sendikasının lideriyle karanlık mafya Yunan ve parası limanı canlı tutan sağ kolu Vondas arasındaki huzursuz işbirliğini ortaya çıkardı.

Chris Bauer (Frank Sobotka, sendika başkanı): Gerçek bir ilham kaynağı vardı -- limandaki saygı duyduğum ve onurlandırmak istediğim insanlar. Orada bellerini inciten insanlar, ve onların babaları. Sahildeki barlarda ne kadar zaman geçirdiğimi size anlatamam.

James Ransone (Chester 'Ziggy' Sobotka, liman işçisi): Babamın Baltimore'daki çelik işçilerinin sendikalaşmasından bahsettiğini hatırlıyorum. Yani bu tip orta sınıf problemleri bana yabancı değildi.

Pablo Schrelber (Nick Sobotka, liman işçisi): Red Hook, Brooklyn'de oturuyordum ben, orada hâlâ biraz liman kültürünün kalıntıları vardı. Yani evde gibi hissetmiştim. Ve On the Waterfront filmini bir kez daha izledim. Ama Baltimore çok kendine has bir yer. Böyle muhteşem ve sıradışı bir zenginliğe sahip olup da aşırı yoksulluğa bu kadar yakın bir yer görmedim.

Amy Ryan (Beatrice 'Beadie' Russell, liman polisi): Liman bölgesi için epey bir süre Small-timore demiştik -- ama çok sevmiştim. Rıhtımda yaşamayı, o teknelerin sesini sevmiştim.



Mermilerin uçuştuğu 1. sezonun aksine, bu kez yasadışı faaliyetlerin çoğu, sonsuz sayıda kahve ve sigaranın tüketildiği yanıltıcı akşam yemeklerinde gerçekleşiyordu.

Paul Ben Victor (Vondas, Greek'in sağ kolu): Benim için mesele düzgün bir Yunan aksanı edinmekteydi. "Bana biraz kahve ve Marlboro Light lazım" dedim kendi kendime. Sorun şu ki, olayı çözdükten sonra da fena alıştım. Arka arkaya yedi sigara falan içtiğimi hatırlıyorum, hoş değil tabii. "Bu benim için iyi olamaz!"

Chris Bauer: Sahip oldukları gizemli hava gerçekten de ortama farklı bir enerji verdi. Kimdi bu insanlar? Nerede yaşıyorlardı? Bilmek istemiyordum.

Seth Gilliam: Ben ve Domenick hayal kırıklığına uğramıştık, çünkü çok boş kalmıştık. Bir gün David'e gidip "Neler oluyor?" dedik. O da "Sizin karakterleriniz için uzun vadeli plan var, sizi saf dışı bırakmıyoruz" diye cevapladı.

Michael K. Williams: İlk sezonda faal olduğum için memnundum. Parayı har vurup harman savuruyordum. Sürekli parti vs. İkinci sezonda ise sabırsızdım. David Simon liman hikayesi için beyaz oyuncuları getirdiğinde, siyah tayfayı üçkağıda getiriyor diye düşünmüştüm. "Saçmalık bu amına koyim" falan modundaydım. Ama üçüncü sezonun ortası gibi olayın çok farklı olduğunu anlamıştım.

Michael Kostroff: Her sezon, diziyi yayında tutmak için HBO ile ayrı bir savaş halinde geçiyordu. Duyduğum kadarıyla tüm sezonlarda diziyi kaldırmakla tehdit etmişler.

John Doman: Sopranos'un onların yıldız dizisi olduğu için ona çok para bağlamalarını anlarım, ama The Wire'a çok az destek oldular. Epey bir süre bir nevi yeraltı işi gibi ilerledi dizi. David ve Ed'in --Hollywood'dan olmadıkları için-- yaptıkları iş gözardı edilen, bir nevi dışlanmış kişiler olduğunu düşünüyorum.

Chris Albrecht: Dizinin yayından kalkmaması benim ve HBO başkanı Carolyn Strauss'un sayesinde oldu. David'in beklemesini sağladık. Karardan dolayı canımız sıkıldı ve David bize uzun ama zekice bir mektup yazdı. Biz de "Siktir et. Yapalım şunu" dedik.

2. sezonun kalite ve televizyondan halka hizmet dalında Peabody Ödülü almasına rağmen, dizi hiç Emmy kazanamadı.

Andre Royo: Çılgınca bir şey. Gün geçtikçe seyircimizin arttığını gördük, sonra SAG Ödülleri, Emmy, Altın Küre geldi -- sıfır. Biz "Neler oluyor böyle?" durumundaydık. David Simon ise çok sakindi. "Ödülleri siktir edin. Ben işin orasında değilim. Biz bir hikaye anlatıyoruz." Röportajlarda falan "Buna ihtiyacımız yok" tavrındaydı. Bazılarımız ise, kafamızın içinde "'Biz' demeyi kes!" diyorduk.

Amy Ryan: Kafamızı iki yana sallıyor, "Neden görmezden geliniyoruz?" diyorduk. Sinir bozucuydu, ama bir yandan da önemsizdi, çünkü biz farkındaydık.

Wendell Pierce: Siyaset. New York ve L.A'in dışındaki siyaset böyle. Irk siyaseti. Setteki kuaförlerden birine her adaylıktan sonra yaptığımız bir şaka vardı. O bizi teskin ederdi, biz de "Janet, üzgünüm ama biz bir siyah dizisi çekiyoruz!" derdik.

J.D. Williams:  Eee, dizinin şânından.



Üçüncü sezonda uyuşturucu savaşına geri dönüldü ve yeni bir tür torbacıyı bizlere sundu: Köpekbalığı bakışlı Marlo Stanfield ile ruhsuz tetikçileri Chris ve Snoop. Michael K. Williams'ın yerel bir barda keşfettiği, Snoop'u oynayan Felicia 'Snoop' Pearson, gerçek hayatta da bir suçluydu. 

Ed Burns: Avon Barksdale gözden kayboluyor, ve gerçek sosyopatlar, Marlo ve tayfası ortaya çıkıyor. Marlo bir manyak değil, yalnızca biraz empati yoksunu ve önemli olan da bu. Alttan gelen başka bir jenerasyon bu. Ve olay gittikçe daha kötü hâle geliyor.

Jamie Hector (Marlo Stanfield, Stanfield çetesinin lideri): Bilirsiniz, hiç aynaya bakmam, o bakış üstünde hiç çalışmam. Diğer kişiye bakarım, hiç yokmuş gibi. Marlo'nun önünde hiçbir şey duramazdı. Kral olmaya gidiyordu.

Gbenga Akinnagbe (Chris Partlow, Stanfield çetesi tetikçisi): Benim ilk tv deneyimimdi; ve böyle karanlık birisini canlandırmak benim için, maalesef, pek zor değildi. Bu tip insanların içinde büyüdüm. Zor olan, çekimlerin ardından arkamızda bıraktıklarımızdı. Hep bir olumsuzluk birikimi vardı.

Felicia 'Snoop' Pearson (Snoop, Stanfield çetesi tetikçisi): Kendimi hiç o ekranda düşünmemiştim; silah kullanıyorum falan, boş olsa dahi. "Yapmak istediğim şey bu. Artık bir aktrisim" diye düşünmüştüm. Ama kameradan korkuyordum. "Kameraya bakma. Doğal davran" diyorlardı. Bu biraz zordu. Bazen kamera suratınızın dibinde oluyordu.

Gbenga Akinnagbe: Çok farklı tarafları var. Önceleri onun ne kadar çekici olduğunu keşfedince şaşırdım; ama arada bir, onun da karanlık tarafları olduğunu hatırlıyorsunuz.

Felicia 'Snoop' Pearson: İnsanlar televizyonda hiç kadın seri katil görmemişti. Bana bunu söylüyorlardı. Ben güzelim, iyi görünüyorum, bebek yüzlüyüm. Size doğru yürüyen bebek yüzlü bir seri katil gördünüz mü hiç?

Gbenga Ekinnagbe: Bana Baltimore'un arka sokaklarını gösterdi. Bir gün beni bir striptiz kulübüne götürdü, birkaç tanesini başıma yığdı, sonra çıktı gitti.

Ahlaki açıdan zorlanan yeni nesil gangsterler, 3. sezonda Belediye Başkanı Royce, Senatör Clay Davis ve Başkan Adayı Tommy Carcetti tarafından biraz gölgede bırakılmıştı.

Glynn Turman (Belediye Başkanı Clarence Royce): Royce karakteri için genel hatlarıyla örnek alınan eski başkan Kurt Schmoke ile birlikte çalıştım. Şehirde epey popüler bir başkandı. Görev aldığı dönemde önemli işler yaptı.

Isiah Whitlock Jr. (Clay Davis): Benim rolümün Baltimorelu bir politikacıya dayandığını dizinin son zamanlarına dek bilmiyordum. Ama iş Clay Davis gibi havalı politikacılara geldiğinde, onun gibi temel alabileceğiniz çok kişi var. Beni küçümseyen bazı insanlar vardı, ayrıca rol için yeterli olmadığımı söyleyen insanlar da vardı.

Whitlock'ın bulunduğu üç sezon, diziye ilk gerçek popüler kelimesini kazandırdı: Oldukça uzun bir "sheeeeee-it".





Isiah Whitlock Jr.: Bir süre onu söyleyebilirim! Onu söylerken hiç durmayacağımı düşüneceğiniz bir bölüm vardı.

George Pelecanos (yazar, yapımcı): Bunk ve McNulty'nin kafayı bulup da barda am üstüne muhabbet ettiği sahnelere bayılmıştım. Ve çok ciddiyim, o sahneleri çekmek için savaş verdim. İşin aslı, 3. sezonda David siyasi bir hikayeyi öne çıkarınca onunla epey bir didiştim. Ben bir Washingtonlıyım ve benim için siyasetten daha az ilginç bir şey olamaz. David'e dedim ki: "Bak, bu sahneler, milletin ayağa kalkıp işemeye gitmesi, veya gidip bir bira alıp gelmesi gibi."

Üçüncü sezonun politik hikayesinin merkezi "Hamsterdam"dı: Yani "Eğer Amsterdam'daki gibi uyuşturucu yasallaştırılırsa, köşelere ne olur?" sorusunun cevap denemesi. Bu deneme Bunny Colvin'in fikriydi, ama ismi torbacılar koymuştu.

Robert Wisdom (Howard 'Bunny' Colvin, Batı yakası amiri): Yenilik, David için bir temaydı. Carcetti'ye, onun ne getireceğine ve çabalarının nasıl engelleneceğine bakıyorlardı. Kendi vizyonsuzlukları ve irade eksiklikleri onları sabote etti. Ve Bunny'nin bir vizyonu vardı, ama politik bir dayanağı yoktu.

David Simon: Carcetti gerçek bir yenilik arzusuyla, iyi bir başkan olma isteğiyle başlamıştı. Fakat sistemin paraya boğulduğunu biliyorsunuz. Satın alınmış bir sistem var.

Glynn Thurman: Bütün bu 'Hamsterdam' olayı aslında gerçek. Eski başkan Schmoke'la konuşmuştum, çünkü bu deneyi yapan kişi oydu. Ona "Bugün aynı şeyi deneyecek olsanız, neyi farklı yapardınız?" diye sordum. Şöyle yanıtladı: "Sabrederdim. Halk sağlığını tehdit etmediği sürece, 'uyuşturucuyu yasallaştırmaya çalışmak' olarak görülmediğinden emin omaya çalışırdım."

3. sezon, dizinin en popüler karakterlerinden birinin ölümüyle sona erdi: Omar ve Brother Mouzone, Stringer Bell'i öldürdü.

Michael K. Williams: O sahnede, oradaki siyahlar arası suç fikri karşısında zorlanmıştım. Yetişkin iki erkeğin oturup da farklılıkları hakkında konuşamayacağı fikri.

Idris Elba: Popülaritesinin zirvesindeyken bunu yapmayı seçtik, çünkü olayın Avon'la ya da Stringer'la ilgisi yoktu. Bu, The Wire isimli bir dizi. Ve bu dizi Shakespeare-vari. Genelde kahramanlarımızı öldürmeyiz, malum.

Chris Albrecht: Stringer'ıın ölümünün ardından şöyle dedik: "Pekala, bu doğal bir son gibiydi. Pek çok farklı hikaye bağlanmış oldu." Ardından David başka bir fikirle geldi: Çocuklar ve okul.



Dennis Lehane (yazar): The Wire, dördüncü sezonun sonlarına dek tam anlamıyla The Wire olmamıştı. İşte o zaman farklı bir şey oldu. Algı değişikliğini hissedebiliyordunuz. Biz biraz saygı gören, biraz da Sopranos'un çirkin kuzeni konumunda bir diziydik. HBO destek veriyordu, ama aynı zamanda da şöyle diyorlardı: "Eğer 4. sezon beğenilirse, 5. sezon için garanti veremeyiz." Ve sonra güzel şeyler olmaya başladı.

Dizinin 4. sezonu 2006 sonbaharında yayımlanmaya başlandı: Okul sistemine (Burns polislikten sonra burada çalışmıştı) ve sokak çocuklarının nasıl torbacı olduklarına odaklanmıştı.

Wendell Pierce: Dördüncü sezon beni epeyce etkiledi. Orada gördüğünüz gibi, toplumumuzda böyle bir işlev bozukluğunun bulunduğuna dair hiçbir açıklama yoktu. Bir çocuk nasıl torbacı olur? Bir çocuğun bir yöne gidip, diğerinin başka bir yöne gitmesini sağlayan ne?

Ed Burns: Birçok çocuk okuma bile bilmiyor; yani yapmaya çalıştığınız şey, bir örnek göstermek. Bir seviyeyi gösteriyorsunuz. Eğitirsin, iteklersin, ikna edersin, gülersin, gülümsersin, bir sürü dondurma çubuğu ve yapıştırıcı kullanırsın. Biraz açılmalarını sağlamaya, işi güvenli ve eğlenceli hâle getirmeye çalışırsın. Okuldaki ilk yılımda sınıftaki çocuklardan 13 tanesi vurulmuştu, 2 tanesiyse iki kere vurulmuştu.

Robert Wisdom: O zamanlar 'Hiçbir Çocuk Arkada Kalmasın' kampanyası vardı ama biz arkada kalan çocukları görüyorduk. Bu konu en doğru zamanda, en güçlü şekilde işlendi. Açılmamış kutularda kitaplar ve bilgisayarlar buluyorduk. Sonra akşam eve gidiyordunuz, televizyonu açıyor ve siyasetçilerden eğitimle ilgili bir sürü saçmalık duyuyordunuz.

Sezonun dramatik yoğunluğu, ergen yaşlardaki dört oyuncunun katılımıyla iyice arttı.

Maestro Harrell (Randy Wagstaff, öğrenci): İlk üç sezonu izlemiştim. "Vay, burada ağır mevzular anlatılıyor" demiştim, anladın?

Jermaine Crawford (Duquan 'Dukie' Weems, öğrenci): Ben izlemek için çok ufaktım. Senaryoyu aldım ve elimden geleni yaptım.

Julito McCullum (Namond Brice, student): Tristan'la zaten tanışıyorduk. İyi arkadaştık da. Okulun ilk günü, birileriyle ilk kez tanışır gibi bir ortam vardı.

Tristan Wilds (Michael Lee, öğrenci ve Stanfield çetesi tetikçisi): Senaryo her elimize geçtiğinde dördümüz de Robert Chew'le oturur, senaryonun üstünden geçer, anladığımızdan emin olurduk.

Robert F. Chew (Joseph 'Proposition Joe' Stewart, uyuşturucu kralı): Bazıları Baltimore'dan değildi, yani argo ve aksana hakim değildiler, ben de onlara bu konularda ve ortamın hissiyatını anlamaları yönünde ipuçları verdim.

Jermaine Crawford: Kafam karışmıştı; sınıfta çekim yaparken Ed Burns bana şöyle demişti: "Birlikte çekim yaptığınız figüranlar, şu anda sınıfta bulunanların çoğu, gerçek Dukieler."

Tristan Wilds: Gerçekten terk edilmiş bir okulda çekim yapıyorduk. Bütün figüranlar okuldan kaçmaya çalışan öğrencilerdi. O günlere dönüp bakınca, o zamankinden daha kafa karıştırıcı geliyor şimdi. 16 yaşındaydım, senaryoyu verirlerdi, bir kitapmış gibi okurdum: "Oha, harika! Birini vuracağım şimdi!"



5. sezon, (basılı) gazeteciliğin hem ticari, hem de etik açıdan düşüşünü inceler. Simon'ın çözmesi gerektiğini düşündüğü şey, o dönemki cumhurbaşkanı adayı Barack Obama'nın en sevdiği (ama onaylamadığını eklediği) karakter olan Omar'ın kaderiydi. 

David Simon: Neden söylediğini bilmiyorum. Ona sormalısınız. Bakın, onun başkan olmasından ve McCain'in başkan olmamasından memnunum, o kadar.

Michael K. Williams: Gururlanmıştım, bilirsiniz. İyi hissetmiştim -- iliklerime kadar iyi hissetmiştim.

Tray Chaney: Barack Obama'nın en sevdiği dizilerden biri olmak, yani, daha ne isteyebilirsin ki? Bizi Emmy'miz buydu.

Robert Wisdom: Ne zaman birinin öleceği fark edilse, hemen fısır fısır konuşmalar başlardı. "Bugün sıra Omar'da" falan gibi.

George Pelecanos: Her karakteri öldürmek tartışmaya açıktı. Örneğin Omar'ın ölüp ölmeyeceği hep son dakikaya kalan bir meseleydi.

Dennis Lehane: Herkes birbiri hakkında konuşuyordu: "Öyle asil bir şekilde ölemez." Malum, Omar birçok açıdan bir kahraman, eğer bu adam gösterişli bir şekilde ölürse, o zaman bu, sokakların zaferi olurdu. Michael Williams'ın annesiyle tanıştığımda, "Ne yaparsanız yapın, oğlumu öldürmeyin" demişti. Ve kendisi çok tatlı bir kadın, anlatabildim mi? Gözlerinin içine bakarak "Merak etmeyin, oğlunuza zarar vermeyeceğiz" dedim. O sahneler yazıldıktan sonra, kadının gelip şemsiyesiyle beni dövme ihtimali aklımdan çıkmadı.

Michael K. Williams: İncindim evet. Ama çok da şaşırmamıştım. Marlo, Snoop ve Chris'in ona hiç dokunmamasına sevindim. Oradan oraya kaçarken onu öylece yakalayamazlardı.



Ama The Wire'ın en iyi ölümü, televizyon tarihinin en iyi son sözleriyle birlikte, Snoop'a aitti: "Saçlarım nasıl Mike?" 

Felicia 'Snoop' Pearson: Eğer yakından bakarsanız, kafamın arka tarafında yıldız var -- yalnızca o sahne için yapıldı: "Saçlarım nasıl?"

Tristan Wilds: O kısmın yazılı olduğu yerleri ilk okuduğumda "Hayıııır! Bunu yapmak zorunda mıyım?" demiştim. Snoop benim için abla gibi olmuştu; çok yakındık. Aslında birkaç ay önce kuzenimleydim ve iCarly izliyordu. Orada Sam'in paintball silahını alıp Gib'i vurduğu bir sahne vardı, ama ona ateş etmeden önce bakıp "Saçım nasıl?" diyordu. O da "İyi görünüyorsun Gib" diyordu.

Method Man: Dizide ne zaman biri öldürülse, ardından internetteki yorumlara bakardım. Snoop öldürüldüğünde hele, görmeliydiniz. Sanki gerçekten birisi öldürülmüş. Gerçek bir cenaze kaldırılır gibi: "Nur içinde yat Snoop, seni özleyeceğiz." Tam bir delilik. Hani adına tişört bastırmaya falan az kalmıştı. Omar için de aynısı geçerli. Stringer, yine öyle. Ben öldüğümde ise, "İyi oldu. Zaten daha erken öldürmelilerdi" dediler.

Dizinin sona ermesinin ardından gelen dört yılda, DVD setleri, DVR'ler ve netten izleme imkanı, izleyicilerin diziyi deneyimleme hızını ve inceliklere dikkat etmesini sağladı. Bu durum, dizinin yayındayken hiç ulaşamadığı bir popülarite edinmesini sağladı.

Anthony Bourdain (Treme yazarı, The Wire hayranı): Diziyi televizyonda görmüş, tekrarları da izlemiştim. Gidip box seti de aldım, sonra bulduğum her boşlukta onlara da baktım.

John Waters (Baltimore Icon yöneticisi, The Wire hayranı): The Wire, PeeWee's Playhouse'un ardından televizyon tarihinde görülmüş en iyi programdı. Ve Howdy Doody'den sonra da en iyi şeydi. Benim için durum bu, daha iyisi olmayacak. Son bölümü izlerken ağladım. Baltimore için güzel bir övgüydü. Bu dizinin Baltimore'u kötü gösterdiğini söyleyen kişi beni şaşırtır, çünkü Baltimore'u zeki gösteriyor.

Dominic West: İnsanlar için çok şey ifade eden bir diziydi -- bunu bir tv programı için nadiren söylersiniz. Toplumun bir bölümü için, özellikle Bush döneminde, pek fazla zamanın kalmadığını gösteriyordu.

James Ransone: Eğlenceliydi ya. Hep Bob Dylan'la David Simon'ı mukayese etmişimdir. Pek hoş bir şekilde değil tabii: Siyahların mücadelesiyle özdeşleşen iki entelektüel Yahudi!

Lance Reddick: Dizinin ne kadar gerçekçi olduğu ve popüler kültürün bu konulara hiç değinmediğiyle ilgili konuşmak için kaç öğretmen, avukat ve polisin bana geldiğine inanamazsınız.

Deirdre Lovejoy: Diziyi şimdi ders olarak okutuyorlar!

Wendell Pierce: Tam bir Amerikan klasiği oldu, bununla gururlanmalıyız. Eğer beni sokakta görürseniz, 'Bunk' olarak seslenme hakkınız var.

Clarke Peters: London'da caddede yürüyorum, biri çıkıp "Hey, Lester" diyor, ben de dönüp bakıyorum. Herhangi bir Lester'a seslenmiş olabilirler, ama ben gene de bakıyorum!

Dominic West: Filmi ne zaman yapıyorlar? Bilmem gereken bu. Kesinlikle bir tane çekmemiz gerek, ama David bunun diziden önceki zaman olacağını söyledi -- tamamen siyahlar yani. Ama beyazlar? Malum, beyaz adamın 10 sene öncekinden genç görünmesi için ameliyat lazım.

Michael K. Williams: Aile gibiydik ya. O döneme üniversite yıllarım diyorum. Baltimore'da The Wire için çalışmış üç kişiyi alıp bir odaya koy, emin ol orada parti yapılır. Orası yıkılır.


(Elbette, yardımları için İpek'e teşekkürler.)

Yorumlar