Rafet
B. Eryılmaz
Şahsi okuma alışkanlığımın şekillenmesinde
çok büyük payı olan Deniz Arslan’ın bana en büyük hediyesi Philip Roth’tan
bahsetmesi oldu herhalde. Sekiz yıl önce, avare bir üniversite öğrencisi olarak
tanıştığım Arslan’la üç gün boyunca Berlin’de yaptığımız uzun yürüyüşlerde
devamlı bahsettiği Roth’a böylesine bağlanacağımı tahmin etmiyordum elbette.
Genç bir adamın edebiyata ve hayata bakış açısını yerle bir edecek bir yazarla
tanışmak üzere olduğumdan habersizdim.
“Bir kitap okudum ve hayatım değiştiği”
tekrarına düşmek istemiyorum ama hakikaten bir kitap okudum ve hayatım
değişti! Roth, benzer endişelerin, korkuların ve yalnızlıkların başkaları
tarafından da taşındığını gösteren bir isim oldu benim için. Dolayısıyla ona
dair bir yazıyı yazmam istendiğinde de o dönemki endişe ve korkularım depreşti.
Sizlere hakkını vererek bir Roth anlatısı
yaptığım iddiasında bulunmayacağım. Aşağıdaki satırlar yalnızca benim ona dair
merak edip, öğrenmek için peşine düştüğüm bilgileri içeriyor. Zaten detaylı bir
anlatım isteyen Roth okurları, sair İngilizce makaleye göz atabilir. Dilimizde
de Faruk Kalay’ın özenli çalışması Şu Philip Roth Ne İster?, ciddi bir inceleme
arayanları doyuracak nitelikte. Tek amacım, yazının sonunda birilerinin
kafasında Arslan’ın benim dünyamda uyandırdığı merak duygusunu uyandırmak
olacaktır. Becerebilirsem ne mutlu!
Roth Anlatısının Doğuşu
26 yaşındayken ilk kitabı Elveda Columbus’u
yayımlayan Roth, güçlü anlatımı sayesinde edebiyat çevrelerinde hemen dikkat
çeker. ABD’deki Yahudi azınlığın içinden gelen bu çarpıcı anlatı, Roth’a 1960
yılında kurgu dalında Ulusal Kitap Ödülü’nü de kazandırdı. Ama ilk kitabıyla
Roth’un üstüne yapışan self-hating Jew, etiketi yazarlık hayatı boyunca
peşini bırakmadı.
Ne var ki kitabın 30. yıl baskısı için
yazdığı sunuşta usta yazar, kitabının gördüğü ilgiden duyduğu şaşkınlığı
gizlemedi. Ona göre Elveda Columbus, 20’li yaşlarının başında, yüksek lisans
öğrencisi bir yedek subayın içinde doğduğu mahallenin korkularını,
hayranlıklarını, tabularını ve gıpta ettiklerini anlatmasından fazlası değildi.
Uzun bir novella ve takip eden beş kısa
hikayeden oluşan bu kitap, Roth’un gelecekte yapacaklarının da sinyalini içeriyor
aslında. Kurduğu güçlü atmosferle okuru içine çeken ve konuşulması güç konuları
günlük hayatın akışına başarıyla yediren Roth, merak duygusunu gıdıklamaktan
çekinmiyor. Kimliklerin günümüzdeki kadar ön plana çıkmadığı bir dünya
gündeminde yazılan Elveda Columbus’un okurdan ve eleştirmenlerden gördüğü teveccühün Roth’u
cesaretlendirdiğine kuşku yok.
Sıkışmışlık ve Rutin
Roth’un genç bir yazar olarak başladığı
kariyeri boyunca, yalnızlığın ve kaygının cenderesine sıkıştığını
söyleyebiliriz. Kendisi de bu sıkışmışlık duygusunun peşini bırakmadığını
söyleyecek kadar kendini tanıyan birisi. “Yazarken daima yalnızım. Benim için
yazmak korku, yalnızlık ve kaygı dolu bir süreç” diyen Roth, bundan kaçmanın
pek yolu olmadığının da farkındaydı.
Bu sancılı süreci atlatması ise kendisi
için geliştirdiği disiplinli bir çalışma rutiniyle mümkün olmuş anlaşılan. Zira
Roth, pek çok mülakatında kendisiyle başbaşa kalmasının üretkenliğine olan
etkisinden bahsediyor. Hayatına yön vermeye çalışan genç bir adamın tüm
kaygılarından yazarlığı için faydalı şeyler devşirmesini rutin oluşturmaya bağladığını
söyleyebiliriz. Yazma eyleminin içerdiği tekrarın farkında olan Roth, yaşadığı
yerden ayrı bir çalışma ortamı kurmaya özen gösterdiğini belirtiyor. “Genelde
bütün gün yazıyorum” diyen Roth, “Eğlenceli olmak ya da oturma odasında
birilerini eğlemek için durmak zorunda değilim. Tüm programım bana ait” diyerek
de yalnızlığının kıymetini vurguluyor.
Öte yandan Roth’un yazma eylemini bir
mücadele olarak gördüğünü de anlıyoruz: “Kendimi acil servisteki bir doktor
gibi hissediyorum. Sabahın 5’inde uykum kaçtığında da masamın başına geçip
çalışıyorum. Ama bir doktor, işiyle mücadele içinde değildir. Çoğu meslekte
işiniz başlar, gelişir ve biter. Yazarlıkta ise her seferinde başlamaya
uğraşırsınız.”
Zuckerman, Kepesh ve Roth…
Yukarıda bahsettiğimiz açmazdan ve
yalnızlıktan başarılı bir yazarlık kariyeri devşiren Roth’un en önemli
silahının alter-ego’ları olduğunu söylemek yanlış olmaz. 1972’de The Breast ile
başladığı David Kepesh romanları, orta yaş krizindeki erkeklerin iç dünyasına
dair eğlenceli bir bakışı barındırıyor. 30 yılı aşkın bir süreye yayılan Kepesh
üçlemesinin son kitabı Ölen Hayvan’ın Penelope Cruz’un oynadığı bir film
uyarlaması da bulunuyor.
Roth’un üzerine yapıştırılan etiketlerle
dalga geçerek, önyargılara kafa tuttuğu bir diğer alter-ego’su Nathan
Zuckerman. İlk olarak 1974’te yayımladığı My Life as a Man’de ana karakterin
alter-ego’su olarak karşımıza çıkan Zuckerman, Pastoral Amerika, Bir Komünistle Evlendim ve İnsan Lekesi romanlarında ise olayların tanığı olarak görev aldı.
Bir yazar olan Zuckerman’ın kariyerini ele alan Roth, hem bir mücadele olarak
yazarlığı hem de yazar-toplum ilişkisini bu serilerde gösterdi.
Bana göre Roth’un en keyif alarak yazdığı
eserleriyse kendisini bir kahraman olarak yerleştirdiği kitaplarıydı. 1988’de
The Facts: A Novelist’s Autobiography adıyla çıkardığı kitabında hayatına
dair pek çok detayı eğip bükerek anlatan
Roth, karakteri Nathan Zuckerman’la mektuplaşarak da kendi yazarlığına bir
eleştiri getirmeyi başardı. Bu seriden Türkçeye çevrilmeyen The Plot Against
America ise bir çocuk olarak kendisini romana yerleştiren Roth’un, siyasi
çıkarımları ve tarihi eğlenceli biçimde saptırmasıyla ön plana çıkıyor.
Zamanında Ayrıntı Yayınları’nın bastığı Shylock Operasyonu ise Roth’un Yahudi
kimliğiyle bir yüzleşmesi olarak yorumlanabilir.
Yediği Yaftalar
“20 yıl sonra kimse onun yazdıklarını okumak isteyen biri kalacak mı?” Bu soru 2011 yılında Philip Roth’un Man Booker Ödülü’nü almasına tepki gösteren ve ödül komitesinden çekilen Carmen Callil’e ait. Böylesi büyük bir iddianın dile getirilmesi şüphesiz Roth’u tanımayan edebiyatseverlere bir anlam ifade etmeyebilir. Üstelik Callil, “Onu artık bir yazar olarak kabul etmiyorum. Her kitabında aynı konuyu defaatle ele alıyor. Onu okurken sanki birisi boğazıma çökmüş de nefes alamıyormuşum gibi hissediyorum.” diyerek eleştirisine devam ediyor. Böylesi bir eleştiriden sonra hevesli herhangi bir okurun Roth’a sıcak bakması düşünülebilir mi? Ne var ki feminist yayın politikasına sahip bir yayınevinin sahibi de olan Callil’in bu eleştirisi, tam da kimliklerle yargılama yapılan çağımıza uygun düşüyor. Callil’in vurgulamak istediği noktanın Roth’un sözde kadın düşmanlığı mı, yoksa yazarlığının yetersizliği mi anlamak çok güç. Böylece günümüz okurunun imgesinde Roth, geçtiğimiz yüzyılın sıkıcı Amerikalı yazarlarından biriymiş gibi canlanıyor. Huysuz, kadın düşmanı, geveze bir ihtiyar…
“20 yıl sonra kimse onun yazdıklarını okumak isteyen biri kalacak mı?” Bu soru 2011 yılında Philip Roth’un Man Booker Ödülü’nü almasına tepki gösteren ve ödül komitesinden çekilen Carmen Callil’e ait. Böylesi büyük bir iddianın dile getirilmesi şüphesiz Roth’u tanımayan edebiyatseverlere bir anlam ifade etmeyebilir. Üstelik Callil, “Onu artık bir yazar olarak kabul etmiyorum. Her kitabında aynı konuyu defaatle ele alıyor. Onu okurken sanki birisi boğazıma çökmüş de nefes alamıyormuşum gibi hissediyorum.” diyerek eleştirisine devam ediyor. Böylesi bir eleştiriden sonra hevesli herhangi bir okurun Roth’a sıcak bakması düşünülebilir mi? Ne var ki feminist yayın politikasına sahip bir yayınevinin sahibi de olan Callil’in bu eleştirisi, tam da kimliklerle yargılama yapılan çağımıza uygun düşüyor. Callil’in vurgulamak istediği noktanın Roth’un sözde kadın düşmanlığı mı, yoksa yazarlığının yetersizliği mi anlamak çok güç. Böylece günümüz okurunun imgesinde Roth, geçtiğimiz yüzyılın sıkıcı Amerikalı yazarlarından biriymiş gibi canlanıyor. Huysuz, kadın düşmanı, geveze bir ihtiyar…
Roth’u yargılayanların pek çoğunun
Portnoy’un Feryadı’ndan yola çıktığını söylemeliyiz. 1969 yılında yayımlanan
romanında Roth, psikoanaliste içini döken karakteri Alexander Portnoy üzerinden
cinsellik, erkeklik ve genel ahlak anlayışına dair tespitlerini sıralıyor.
Elbette bu romanın görünen yüzü üzerinden yargıya varan insanların sayısı bir
hayli fazla. Öyleki aralarında Türkiye’nin de olduğu pek çok ülkede roman
sakıncalı bulunarak yasaklandığı dönemler geçirdi. Ancak ismi büyük
edebiyatçıların, Roth’un eserini sansürcü idarecilerle aynı perspektiften ele
aldığını görmek dehşet verici. Portnoy’un Feryadı üzerinden kadın düşmanı ve
sapık olmakla nitelenen Roth’un bunu hak etmediğini görmek zor değil. PF’den
bir önceki romanı olan When She Was Good’da hayata tam olarak karşı perspektiften
bakıyor örneğin. Türkçe’ye çevrilmeyen bu romanında Roth, hayatın her anlamında
erkekler yüzünden başı belaya giren bir kadının portresini kusursuzca çiziyor.
When She Was Good, PF’den daha sonra yazılmış olsaydı Roth’un günah çıkarmak
adına böylesi bir konuyu ele aldığı rahatlıkla söylenebilirdi. Fakat zamanın
lineer akışı bu tarz bir eleştiriyi de taca çıkarıyor.
Öğretmen Roth
Yazarlık kariyerinin başlangıcında akademik
kariyerini de sürdüren Roth, ABD’nin pek çok farklı üniversitesinde dersler ve
konferanslar da düzenledi. Roth’un akademik ortamdaki varlığından keyif
aldığını ondan ders alanların sözlerinden anlıyoruz. Kitaplarında ele aldığı
konular yüzünden öğrencilerinin gözünde, arzuları uyandıran bir adam olarak
gözükse de bu duvarı yıkmayı başarmış.
70’li yıllarda Pennsylvania
Üniversitesi’nde Roth’un verdiği bir seminere katılan yazar Lisa Scottoline,
bir amfi dolusu kız öğrencinin ünlü yazarı etkilemeye yönelik heveslerinin
kursaklarında kaldığından bahsediyor. Ancak bunu öyle bir ustalıkla yapmış ki
Scottoline’a göre, Roth’un duymak istediklerini söylemeye hazır genç öğrenciler
bir anda kendi karakterlerine ve düşüncelerine sarılarak orijinal işler ortaya
koymayı başarmışlar.
Öte yandan Roth’un eserlerinin akademik
dünyada ele alınmasından duyduğu keyif de ortada. Central Connecticut State
Üniversitesi’nde İngilizce dersleri veren Aimee Pozorski, öğrencilerin Roth’a
olan yaklaşımının genel kanının aksine gayet olumlu olduğunu vurguluyor.
“Roth’u söyleyecek hiçbir şeyi olmayan, yaşlı, beyaz adam olarak görmüyorlar”
diyen Pozorski, usta yazarın öğretilmekten mutlu olduğunu söylediğini de
belirtiyor.
Tadında Bırakmak
Sağlığında değeri bilinen ve pek çok ödüle
layık görülen Roth, Nobel Edebiyat Ödülü için adı geçse de bu payeye erişememişti.
Son kitabı Nemesis’i 2010’da yayımlayan Roth, edebiyat eleştirmeni Cynthia
Haven’a verdiği röportajda “Yazmak için hiçbir isteğim kalmadı. İnan bana
2009’dan bu yana kurmaca bir metin yazmadım” diyordu.
Yazarlık hayatından çekilen Roth, Nobel’e
dair fikrini açıkça söylemekten çekindi çoğu zaman. Yaşamının son yıllarını
yüzmeye, beyzbol maçlarını izlemeye ve arkadaşlarıyla zaman geçirmeye ayıran
Roth’un Nobel’e dair bir hırs taşımadığını düşünmek zor değil.
Yorumlar