Çeviri: Weimar İstanbul

 



(2010'da Claire Berlinski tarafından kaleme alınmış olan bu yazı, geçenlerde Twitter'da çokça paylaşıldı ve şaşkınlıkla karşılandı tabii. Çevirilmesi gerektiğini düşündük, Rafet ile birlikte giriştik.)


Şehir hızla büyüdü, ebat ve nüfus olarak ülkedeki diğer şehirleri cüceleştirdi. Kokain gibi uyarılan sokaklar; kornalar çalıyor, kalabalık yükseliyor, sinirler geriliyor. Dışarıya çıkmak, kükreyen renklerin, parlak ışıkların ve akan trafiğin palyaçolarıyla heyecanlanmaktı. Hazza çağıran gece kulüpleri, şafağa kadar ve ondan sonrasında da gürültü yaptılar; her bulvarda, her sokakta, her saatte garip ve sapkın manzaralar bulunacaktı, eski mimarinin çakma baroku ve yeni mimarinin şok edici çirkinliği tarafından artırılan medeniyet ve barbarlık arasındaki çelişki estetiği. Travestiler sinsice dolaşıyor, hırsızlar işlerini görüyor ve modaya uygun kafelerde entelektüeller öfkeyle sigara içip amaçsızlıktan yakınıyorlardı.

Eski Dünya ve onunla birlikte tarım ekonomisi, güven verici sınıf ayrımları ve toplumsal düzeni ortadan yok olmuştu. Yerine yabancı ve kırılgan bir siyasi düzen dayatılmıştı. Deneysel müzik, sanat ve sinema gelişti; ütopyacılık, falcılık, mistisizm, komünizm ile büyülenmeye başladı insanlar. 

Ama hemen paranoyak bir ruh hali, yaklaşan bir kıyamet duygusu vardı. Şehrin büyük imparatorluk geçmişinin işaretleri, düşüşü kanıtlarken eski ihtişamını çağrıştırıyordu. Çağın sanatı, yaklaşan kriz ve çöküş korkusuyla besleniyordu. Yoz Amerikan kültürü açgözlülükle taklit edildi, tutkuyla kınandı. Ressamlar gerçekten göze hoş gelen eserler ürettiler; yazarlar, cinayet tehditlerine yol açacak kadar burjuva hassasiyetlerine saldıran romanlar yazdılar. Kültürel ve politik tartışmalara kadın düşmanı bir korku hakim oldu: Modernite, onların erdemlerini yok mu etmişti?

Şehir artık, bölgenin sanayi ve ticaretinin tartışmasız merkeziyse, hepsi ömür boyu süren sıkı çalışmanın meyvesini yok eden hiperenflasyonun dehşetini hatırladılar ve beceriksiz yönetimleri, milleti felakete sürükleyen kan davalı koalisyon hükümetlerini hor gördüler??? Ülkenin borcunu büyük ölçüde artıran denizaşırı kredilerle finanse edilen ekonominin yakın zamandaki büyümesi baş döndürücü ama istikrarsızdı. İşsizlik arttıkça arttı. Yeterince anlaşılmayan bir küresel ekonomik kriz, karanlık komplo teorilerini körükledi. Günlük siyasi şiddet yüzünden, havada yaygın bir tehdit hissi vardı. Gazeteler sağ propagandayla dolup taşıyordu. Çığlık çığlığa manşetler, sokaklarda şiddetli çatışmalar olduğunu söylüyordu. Aydınlar katledildi.  

Anayasa yeni ve zayıftı, meşruiyetten yoksundu ve yıkılmaya açıktı. Şehirdeki birçok kişi, yabancı güçlerin milleti zayıflatmak ve aşağılamak için komplo kurduğuna inanıyordu. Çoğu, demokratik denemeler konusunda alaycıydı; hepsi siyasi partilerinin bencilliği ve yolsuzluklarına isyan etti. Sanayicilerin ve iş insanlarının korkaklığı, kapitalizmin kendisine karşı yaygın bir tiksinti uyandırdı. Birçoğu daha otoriter bir hükümet için can atıyor, birçoğu da açıkça talep ediyordu. Avrupa, Amerika ve özellikle Yahudiler --o uğursuz, son derece güçlü büyücüler-- şehrin hoşnutsuzluğundan sorumlu tutuldular.  

Bir zamanlar aşırılık yanlısı görüşleri nedeniyle tutuklanan, bağırıp çağıran bir demagog, şimdi iktidarı elde etmenin yasal yöntemlerine odaklanmış durumdaydı. Milleti eski ihtişamına kavuşturacağına söz veriyordu. Entelektüeller onun bir kabadayı ve soytarı olduğunu düşünüyordu.

Şehir gururluydu: yeni öncüydü, dünyanın en büyük metropolü! Utanmıştı: kaybolan şeye bak, şehir ne kadar çirkinleşmişti! Şehir "çokça sevindi, bazılarını korkuttu, ama kimseyi kayıtsız bırakmadı ve canlılığıyla, gördüklerini abartmak için belli bir eğilim uyandırdı." Böylece Peter Gay, Weimar'ı tarif etti.

Ama onun betimlemeleri, bütün bunlar gibi, içinde yaşadığım İstanbul hakkında yazılmış olabilir. Yaklaşan bir siyasi felaketin merkez üssündeki bir şehirde yaşamanın ürkütücü, korku dolu bir yanı var, ama aynı zamanda şaşırtıcı bir canlılık da mevcut -- ekonomik, yaratıcı ve sanatsal. Kendine özgü ve tarihle tanışan herkes için tanıdık bir ruh hali. 

Görünüşe bakılırsa, Weimar Şehri gibi bir fenomen var. 


Bir Weimar Şehri nedir? Tarih ve kültür açısından zengin bir şehir, siyasi istikrarsızlık ve geçmişten son dönemde kopuşla canlanan, kitlesel kentleşme ve sanayileşmeyle şok edici bir çatışmayla canlanan; ani liberalleşmenin sosyal ve politik hayal gücünü serbest bıraktığı, ancak otoriter gericilik tehdidinin daima havada olduğu bir şehir.  

Weimar Şehirleri hilkat garibeleri değillerdir. Belirli sosyal, politik ve tarihsel koşullar altında ortaya çıkmaları beklenebilir. Birinci Dünya Savaşı hem İmparatorluk Almanyası'nı, hem de Osmanlı İmparatorluğu'nu yok etti. Her iki devletin kalıntıları kendilerine yabancı yeni toplumsal düzenleri ve kırılgan demokrasi denemeleri empoze etmeyi başardılar. Türkiye Cumhuriyeti'nin ömrü Weimar Cumhuriyeti'nden çok daha uzun oldu, ancak hikayeler temelde farksız; bunlar yalnızca toplumsal olaylar tarafından iç içe geçmiş veya genişletilmiştir.

2002'de Adalet ve Kalkınma Partisi'nin iktidara gelmesiyle Türkiye Cumhuriyeti yeni bir sarsıntı yaşadı. AKP, Pandora'nın Siyasal İslam kutusunu açtı. Reformlarını bir liberalleşme alıştırması olarak sundu. Bu bir bakıma doğru: Siyasi bir güç olarak din, Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana bastırılmıştır. Başka bir anlamda da bu hiç doğru değil: Bu özel siyasi güç, doğası gereği nihayetinde liberal reformları silme eğiliminde olan bir güçtür. Şimdinin başbakanı olan Recep Tayyip Erdoğan, 1995 yılında "Demokrasi bir tramvay gibidir," demişti. "Durağınıza geldiğinizde inersiniz."

Türkiye şimdilerde iki devrimin sancıları içinde. Mustafa Kemal Atatürk'ün öncülük ettiği toplumsal dönüşümler henüz özümsenmemiş; aynı anda yeni --ve eski-- bir şey, onlara meydan okumak için acele etti. Kadim düzen böylece iki kez ortadan kayboluyor. Görünüşe göre kültürler, eski düzenlerin ortadan kalkmasına belirli şekillerde tepki veriyor. Weimar Şehirlerinin ateşli özellikleri tam da böyle zamanlarda, arada kalan zamanlarda ortaya çıkar. Ateş, bir hastalık belirtisi olduğu gibi, toplumsal bir alt-üst olmanın da işaretidir.

Weimar Şehirleri tarih boyunca ortaya çıktı, parladı ve öldü. Roma'nın yağmalanması ve İmparatorluğun düşüşü, Augustine'i, çağı belirleyen kaygı ve yaratıcılığın simgesel bir karışımı olan Tanrı'nın Şehri'ni yazmaya sevk etti. Düşmeden önce Konstantinopolis, şeytani kehanetlerde ve Bizans kültürünün şanlı olduğu kadar ölüme de mahkum olduğuna dair sağlam temellere dayanan korkuyla doluydu. Benzer bir ruh hali, Charleston'ın abartılı derecede kibar seçkinlerine sirayet etmişti. 1917'de Moskova ve Saint Petersburg, tarihin güçlerinin yakında bir şekilde geçmişi silip süpüreceği inancına eşlik eden kinetik yaratıcı enerjinin damgasını vurduğu bu türden şehirlerdi. Yüzyılın başında Viyana'nın eziyetli entelektüel gelişimi, orada yaşayan herkesin kendi ellerinde olmadığını anladığı, şehrin kaderi hakkındaki çaresizlik duygusuyla yakından bağlantılıydı. 2002'deki döviz krizi, Buenos Aires'te yaratıcı bir gelişmeye yol açtı. Aşk Yazı boyunca San Francisco bir Weimar Şehri'ydi, Hunter S. Thompson'ın ünlü Wave Speech'i karakteristik bir imzaydı: "Her yönde, her saatte delilik vardı. Körfez'in karşısında değilse Golden Gate'ten yukarıya veya 101'den Los Altos'a veya La Honda'ya gidin... Her yerde kıvılcım çakabilirsin."   

Hepsi şehvetli aşırılık, heyecan ve korkunun damgasını vurduğu şehirlerdi, ancak arketip elbette yirmili yıllardaki Berlin'di. Diplomat Harold Nicolson, "Dünyada Berlin kadar huzursuz başka bir şehir yok diye anımsıyordu: 

Her şey hareket halinde. Trafik ışıkları durmaksızın kırmızıdan altın rengine ve ardından yeşile dönüyor. Işıklı reklamlar, kıyıdaki bir deniz fenerinin acıklı tekrarı gibi yanıp sönüyor. Tramvaylar sallanıp tıngırdıyor. ... Tiergarten'de küçük lambalar, küçük ağaçların arasında titreşiyor ve çimler, binlerce sigaranın ateş böcekleriyle yıldız gibi parlıyor.  Trenler şehrin iç kısımlarından hızla ilerliyor ve şehri taçlandıran bölgelerden geçerek yollarına devam ediyorlar. Hayvanat bahçesindeki gerçekten yatma vaktinin geldiğini düşünen jaguar tekrar ayağa kalkar ve hücresinde gezinir. Gedachtniskirche'nin kulelerini bile heyecanla titreten gece havasında, zonklayan bir beklenti duygusu var. Berlin'in her gece yeni bir maceraya uyandığını herkes bilir. Beklenen ya da beklenmeyen gerçekleşmeden önce yatağa giderse yazık olacağını herkes hisseder. Ne olursa olsun, ertesi sabah yeniden doğmuş gibi hissedeceklerini herkes bilir. 


Tehlikesiz böyle bir heyecan olabilir mi? Şüpheliyim. Weimar Cumhuriyeti hiçbir zaman düşmanları tarafından meşru görülmedi ve laik devlet de buradaki düşmanları tarafından hiçbir zaman meşru görülmedi. Her iki toplum da sırasıyla solcu yıkım, sağcı milisler, suikastler, sonu gelmeyen darbe planları, protesto ve grevlerin vahşice bastırılmasıyla istikrarsızlaştırıldı. Naziler, tıpkı Türkiye'deki AKP hükümeti gibi, restore etmeyi teklif ettikleri toplumsal ve ahlaki bir geçmiş için nostalji uyandırdılar. Diplomatlar, "Osmanlı İmparatorluğu'nun haritasına bakın," diyor. "Türkiye hak ettiği yere dönüyor."  

Yirmilerde Berlin çok dilli bir şehirdi, göçmenleri özümsemek için mücadele ediyordu: Doğudan gelen Yahudiler, devrimden kaçan Ruslar. Doğudan gelen kitlesel göç, büyük Kürt nüfusu ve yakınlardaki birçok çatışma bölgesinden gelen mültecilerle şişen İstanbul da aynı şekilde: Irak, Balkanlar, Afganistan, Çeçenistan. Berlin çok sınırlı bir asimile etme gücüne sahipti; etnik şiddet her zaman yüzeye yakındı. Buradaki son manşetlerin işaret ettiği gibi, ne aynı potada eriyenlerin olduğu bir yerdi, ne de İstanbul: STRATEJİ UZMANI ETNİK ÇATIŞMALARA KARŞI UYARDI. ETNİK OLARAK KUTUPLAŞMIŞ TOPLUMLAR PROVOKATÖRLER İÇİN KOLAY HEDEFLERDİR.

İki savaş arası Berlin'inin büyük tarihçisi Christopher Isherwood, edebiyat dünyasına, eski rahatlıklarının hasretini çeken ve kaybolmuş bir çağa özlem duyan küçük burjuva mensubu Fraulein Schroeder'i dahil etti. Yeni şehir ona kaba, terbiyesiz, istila edilmiş gibi geldi. Kendisi İstanbul için de tanıdık bir yüzdür; burada birçok Fraulein Schroeder ile tanıştım. Bu kültürsüz kalabalıklar üstüne karınca gibi çökmeden önce bu şehrin ne kadar medeni olduğunu anlatıyorlar.

Berlin nasıl ki özgür aşktan vejetaryenliğe kadar sonsuz sayıda siyasi grup, hareket ve dava tarafından karakterize edildiyse; çıplaklıktan yogaya kadar sayısız deney; ve neue Sachlichkeit'tan 12 ton müziğine kadar sayısız sanat akımı; İstanbul da öyle. E-posta kutum Vipassana meditasyon kurslarına, Reiki inzivalarına, konserlere, yeni galeri açılışlarına ve hepsinden önemlisi mitinglere katılım davetleriyle dolu -- transseksüellerin özgürlüğü için mitinglere, Gazze'nin kurtuluğu için mitinglere, hayvanlara (ve her şeye) tecavüze karşı mitingler. Ve tüm bu mitinglerde, polisin centurion'lar gibi kuşanmış, copları, kalkanları ve gaz maskeleriyle hazır olduğunu görürsünüz.  




1980 askerî darbesinin ardından Türkiye'nin sivil yönetime dönmesinden bu yana, bireysel haklar, ekonomik ve siyasi faaliyetler ve sivil toplum kuruluşları üzerindeki kısıtlamalar gevşetildi. AKP döneminde Kürtçe yayın yasağı kaldırıldı. İdam cezası kaldırıldı. Milli Güvenlik Kurulu'nun çoğunluğu sivillerden oluşmaya başladı ve rolü azaltıldı. Uluslararası insan hakları sözleşmelerine, Türk iç hukukuna göre öncelik verilmiştir. 

Bu reformların çoğu, eleştirmenlerin uzun süre suçladığı ve benim de giderek daha fazla kabul ettiğim gibi AKP'nin, ordunun gücünü ortadan kaldırma özlemiyle motive edilen bir Truva atı olabilir ve dolayısıyla partinin, Türk toplumunun her yönü üzerindeki hakimiyetinin önündeki başlıca engel olabilir. Yine de, iyi ya da kötü, şişeden bir cinin salındığı hissini uyandırdılar.

Yine de AKP bir eliyle verirken diğer eliyle geri alıyor: medyanın, hükümet yandaşlarının elinde yoğunlaşması, tıpkı hükümetin gazetecilere yönelik zulmü ve muhalif unsurları hizaya getirmek için cezai vergilendirmeyi kullanması gibi, basın özgürlüğünü de önemli ölçüde daralttı.  Buradaki herkes, telefonunun dinlendiğine inanıyor. Öğle yemeğinde hükümeti eleştirenlerle buluştuğumda cep telefonlarının pillerini çıkartıyorlar. Casusların onları duymasının bu şekilde daha zor olduğunu düşünüyorlar.

Genişleyen Ergenekon davası, sabaha karşı tutuklama dalgalarıyla sonuçlandı. Ergenekon'un, bir dizi bombalı saldırı, gazeteci Hrant Dink suikastı, Danıştay'a silahlı saldırı ve sol görüşlü bir gazeteye düzenlenen bombalı saldırının arkasındaki karanlık bir aşırı milliyetçi grup olduğu söyleniyor. Hükümet, Ergenekon'un, darbe bahanesi olarak başbakana suikast düzenlemeyi, Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk'u öldürmeyi, Yunan savaş uçaklarını düşürmeyi ve ibadet edenlerle dolu camileri bombalamayı planladığını iddia ediyor. Yüzlerce yazar, general ve muhalif siyasetçi, bu muğlak komploya karıştıkları şüphesiyle tutuklandı. Birçoğu yargılanmadan yıllarca içeride kaldı.

Sanıklar, Ergenekon'un hayal ürünü olduğunu söylüyor. Bir sanığın avukatı, "Yüzde yüz siyasi," dedi. "Hepsi; hükümet ve emperyalist güçler, CIA, Mossad, Yahudi lobisi ve Avrupa Birliği tarafından Türk milliyetçiliğini ortadan kaldırmak için uyduruldu." Bu parçalanmış toplumu birleştiren tek inanç, Yahudilerin bir şekilde suçlu olduğudur. Ergenekon gerçek mi, yoksa Erdoğan'ın Reichstag Yangını'na cevabı mı, bilemiyorum; birçoğunun tutuklandığı ve çok daha fazlasının dehşete kapıldığı kesinlikle doğru. 

Otoriter bir toplumun liberalleşmesinin işleri kırılgan bir hale soktuğuna şüphe yok. Kırılgan çünkü demokratik siyasi kavramlar yeni ve yabancı geliyor. Kırılgan çünkü deneyimsiz demokrasiler, tersliklerle karşılaşmaya yatkınlar. Kırılgan çünkü Weimar Almanya'sının ve modern Türkiye'nin durumlarında demokratik deneyimi ortaya çıkışında ciddi ve belki de ölümcül hatalar var. Bu hatalar her iki ulusun da zayıf ve tartışmalı anayasalarında göze çarpıyor. İki kültür de bastırılmışlıklarının üstüne gelen liberalleşme ve demokratikleşme adımlarıyla enerji patlaması yaşıyor. Dolayısıyla ortaya olağanüstü bir canlılık ve yaratıcılık çıkıyor. Güçlü duygular güçlü bir sanata ilham veriyor. Bu politik şartlar altında duygular da normal sınırların ötesinde yaşanıyor ve hayat daha dramatik koşullarda algılanıyor.

Resmi sansürün gevşetilmesi İstanbul sanat camiasında Lale Devri'ni andıran bir bahar havası estiriyor. Her gün yeni galeriler açılıyor. Müzayedelerdeki fiyatlar şaşırtıcı seviyede. Son sekiz yılda müzayede piyasası dört kat büyümüş. Avangart galeri x-ist'in sanat direktörü Kerim Güleryüz, bu durumu "Türkiye'nin 'the next big thing' olması çok normal geliyor" diye açıklıyor ve ekliyor: "Bu kazara olmadı. Önümüzdeki 25 yılda dünyanın yaşaması muhtemel sorunların çözümü bizde. Bir imparatorluk kalıntısıyız, dünyanın kavramak zorunda olduğu devasa bir problemin izlerini taşıyoruz. Doğu-Batı çarpışmasının temelindeyiz."

Türk ve Alman kültürünün zenginliği ortada. Doğru şartlar altında sıradışı bir dinamizme kavuştuklarını tarih bize gösteriyor. Ne de olsa bir şeyler inşa etme geleneğine sahipler. Öte yandan iki ulusun da tarihi ve kolektif siyasi çatışmaları aşırı milliyetçilik, otoriterleşme ve Anti-Semitizm karşısında çaresiz kaldıklarını da gösteriyor. Özellikle havada "dış mihraklar" ile "yozlaşmış güçlerin" kokusu duyulmaya başladığı anlarda... Psikanalistler iki kültürün de aile yapılarına bakıp, bu durumun güçlü baba figürüyle ortaya çıktığını açıklayabilirler. Ancak bu teorileri ispatlamanın kolay olmadığı bir gerçek.



İki savaş arasındaki Almanya ile otoriterleşme tehdidi altındaki herhangi bir ulus arasında benzerlik kurmak çok kolay. Ancak Türkiye'nin durumunda işler sıradan benzerlik paterninin ötesine geçiyor. İki ülke de Birinci Dünya Savaşı sonunda imzaladıkları antlaşmaların haksızlığı konusunda ürkütücü bir takıntıya sahip. Almanlar, Versay Antlaşması'yla bu sarmalın içine düştüler. Türkler ise Osmanlı İmparatorluğu'nu paramparça eden ve İtilaf devletlerine peşkeş çeken Sevr Antlaşması'yla savaştan çıktılar. İstanbul'da sanki o küçük düşürücü antlaşma daha dün imzalanmış gibi.

Bir başka önemli benzerlik de enflasyon canavarının sevimsiz anılarında yatıyor. Bu öyle bir travma ki artık ihtimali dahi kalmadığında demokrasileri korkusuyla sallantıya düşürebiliyor. Weimar'daki enflasyon heyulası 1921-23 arasında, Hitler'in iktidara gelmesinden tam on yıl önce sahnedeydi. 1923'te rentenmark'ın piyasaya sürülmesiyle enflasyon tamamen ortadan kalktı. Ne var ki Hitler'in enflasyon üstünden yarattığı korku dolu manipülasyonlar iktidara gelmesinin temel unsuru oldu. Türkiye'de de birbiriyle didişen ve kendi çıkarını düşünen siyasi partilerin büyüttüğü enflasyon canavarı, AKP'yi iktidara taşıdı. Sanılanın aksine insanlar İslami bir iktidar umuduyla değil ekonomiyi stabil hale getirmesi için AKP'ye oy verdiler. Neticede seçmenler haklı çıktı. Tek başına iktidarı alan ve mecliste ezici bir çoğunluk elde eden AKP,  enflasyonu düşürdü ve 2001'de uygulamaya geçirilen iktisadi kurtarma programını devam ettirdi. Geçmişte yaşanan ekonomik sıkıntıların hayaletinin günümüzde Türkiye'de yaşananları açıklamaktaki önemi burada yatıyor.

Ama tıpkı Weimar'daki gibi, hükümetin kağıt üstündeki hünerleri sokaklardaki kaosu maskelemeye yetmiyor. AKP yönetimi gösteriş üzerine kurulu. Mahallemde Osmanlı'dan kalma bir çeşme, restore edildikten sonra üstüne "AKP BELEDİYESİ TARAFINDAN YENİLENMİŞTİR" yazılı bir tabela asıldı. Ne var ki çeşmeden su akmıyor... Tipik AKP. İstanbul yalnızca politik olarak değil coğrafi olarak da bir fay hattının gerilimini taşıyor. Kaçınılmaz deprem gerçekleştiğinde İstanbul'un büyük bölümü yıkılacak çünkü AKP yozlaşmış, laçkalaşmış ve tehlikeli imar uygulamalarını düzeltmek için çok az şey yaptı. Hükümetin deprem hazırlık planları özensiz ve günü kurtarır mahiyette.

Ortada paralel bir kurgu olduğunu söylemeye çalışmıyorum. Türkiye, Weimer Almanyası'nın karşı konulamaz kaderine koşmuyor. Tarihteki hiçbir şey kaçınılamaz değildir. Modern İstanbul'un yaratıcılığının Weimar kadar tarihi öneme sahip olduğunu da düşünmüyorum. Tıpkı onun gibi ateşli ve üretken ancak dehaya onun kadar yakın değil. Tabii ki Erdoğan'ın da yeni Hitler olduğu fikrinde değilim. Rahatsız edici bir figür olduğu doğru ancak henüz 'o seviyede' değil. Anlatmaya çalıştığım şey İstanbul'u saran korku ve gerginlikten dolu ruh halinin Weimar'dakiyle benzerlikler taşıdığı; bu ruh halinin kazara ortaya çıkmadığı.


Weimar Almanyası'nda yaşamak nasıl bir histi? Alt sokağımda lüks bir şarap dükkanı açan komşularımın iyimserliğini düşünün. Devasa bir mahzeni elden geçirmek için kim bu kadar para yatırır? İslami bir devrimin ortasında ithal şampanyalar ve şeriler ithal etmek akıl karı mı? Ülkenin nüfusu artmasına rağmen içki satış ruhsatları hızla azalıyor. Şehrin çoğu yerinde içki yasakları yayılıyor. Yine de komşularım, taş döşemeli, cilalı ahşap ve mermer dolu bu göz alıcı butiği açabiliyorlar. 1200'den fazla çeşitle dolu parlak vitrinleri, mermer kokteyl masaları ve tadım kitleri var. Tüm bu çabayı görünce Türkiye'nin Batı kültürüne yenik düştüğünü söyleyebilirsiniz. Ancak biraz daha ilerleyip, köşeyi dönünce tüm söylediklerimi yutuyorum! İşte sakallı ninjalarla dolu bir minibüs caddeden geçiyor. 'Cihat-mobil'i dolduran adamlar Filistin'e özgürlük sloganları atıyorlar. Yaya geçidine gelmeden önce bu ikiliğin yarattığı kafa karışıklığıyla bilmem kaçıncı kez yüzleşiyorum.

Antik-modern çatışması ve ona verilen reaksiyonu her yerde görebiliyorsunuz. Özellikle de küçük, ilginç ayrıntılarda. Ekonomik büyümeye işaret eden beton mikserlerinin sesi seyyar satıcıların bağırışlarına ve müezzinlerin namaz çağrısına karışıyor.
Osmanlı'dan kalma kışla, otel yapılmak üzere satılmış. W Hotel'in deniz mavisi aydınlatmalar içeren dekorunda neo-Osmanlı ve neo-Stanley Kubrick karışımının baş döndürücü etkisi göze çarpıyor. Adeta 1453: A Space Odyssey! Her odada içinde kondom da olan "aşk kiti" var.  Belki de hükümet otelde kalan yabancıların sperm kalıntılarını toplamak istiyordur! Ne de olsa sperm bankasından hamile kalmak için yurtdışına çıkan kadınlar hakkında soruşturma başlatılıyor.

İstanbul'un etkileyici siluetini saraylar, camiler ve minareler süslüyor. Bu silueti yakından gören teras katı gece külüplerinde ise şehrin zengin çocukları babalarının parasını eziyor. İstanbul'un elit, seküler sınıfının hafifmeşrepliğine Batı'da çok az yerde rast geldim. Devrim olduğunda vurulacaklarına şüphe yok. Yine de bazı kadınlar birlikte oldukları adamların ertesi gün onları aramamasından gözyaşları içinde şikayet ediyorlar. Zavallılar, bu yaşantıya hiç alışkın değiller.

Haliç'im kuzeyinde, şehrin Avrupa yakasında, kalabalık sokaklarda bir film ekibinin yanından geçmeden yürümek imkansız gibi bir şey. Türk yapımcılar solgun, karamsar, ciddi ve Türkiye'nin hızlı toplumsal dönüşümüyle derinden meşguller. Şehirdeki üniversitelerde yer alan sinema bölümleri dolup taşıyor. Türk film sektörü geçen yıl yüzde 10 büyüdü. Tüm filmler iyi değil, ancak bir Weimar Şehri'nin deneysellik güdüsü karakteristiği ile birleşiyorlar. 

 



Plato Film Okulu'nda araştırma görevlisi olan Esen Kunt; İslam, din, cinsiyet ve Türkiye'de mahremiyetin dönüşümü hakkında belgesel filmler yapmak istediğini söylüyor. Türk sosyolog Nilüfer Göle'nin bir kitabını masaya koyuyor ve Göle'nin çalışmalarının kendisini derinden etkilediğini anlatıyor. "Türk sinemasındaki güncel yaklaşımları analiz etmeye çalışırsak sinemanın, toplumsal cinsiyet kimliği ve hegemonik erkeklik merceğinden Türk siyasi ve kültürel dönüşümünün 'camera obscura'sı olduğunu görebiliriz. Türk sineması, kültürel hafızayı ve kültürel direniş tarihini simgeler. Özellikle son on yılda Türk yönetmenler modernleşme ile gelenek, görenekler, cinsiyet kimliği ve ideolojinin hegemonik erkekliği arasındaki mücadeleyi eleştirmeye çalıştılar. Sanat, özellikle sinema, Türk kültür tarihinin kültürel ikilemlerini ve melez anlatılarını anlamanız için size büyük bir fırsat sunuyor." Kunt'un sözleri --evet, gerçekten onun adı bu ve evet, bunu gerçekten söyledi-- Türk filmlerinin neden yurtdışında gişe rekoru kıramadığını açıklamaya bir nebze olsun yardım ediyor. 

Film rönesansının diğer ürünleri, Nazi propagandacılarını gururlandıracak işler. 2006'da büyük ses getiren Kurtlar Vadisi: Irak, Wall Street Journal tarafından yerinde bir şekilde American Psycho ve Siyon Liderlerinin Protokolleri karışımı olarak tanımlandı; diğer iğrençliklerin yanı sıra, İsraillilere satmak için Iraklı savaş esirlerinden organ toplayan Yahudi bir doktoru konu alıyor. Türkiye başbakan yardımcısı Bülent Arınç, filmi "kesinlikle muhteşem" olarak değerlendirdi. Yapımcılar şimdi, Kurtlar Vadisi: Filistin isimli bir devam filmi çekiyor. 

İstanbul'un sanat kültürünün Weimar Berlini'ndeki parlaklık düzeyine ulaştığı söylenemezse de, burada özellikle Weimar Şehirlerinde görülen, işkenceye maruz kalmış türden bir başarı var. İnci Eviner'in 2009 tarihli başyapıtı Harem, Antoine Ignace Melling'in ondokuzuncu yüzyıl gravürlerine dayanan bir video enstalasyonu. Eviner'e göre harem, Batılı bir şehvet fantezisi değildir. Kadınlar anlamsız, ritüelleştirilmiş faaliyetlerde bulunuyorlar -- bazıları bariz bir sonu olmayan emek harcıyorlar; bazıları belirsiz ama açıkça çarpıtılmış ve tatmin edici olmayan cinsel eylemlerde bulunuyor. Orijinal Alman gravürlerine yapılan atıflarda Eviner'in sitemi hissediliyor: Siz Avrupalılar, haremin renkli ve çok Doğulu olduğunu düşünebilirsiniz ama size şunu söyleyeyim, tekrar oraya girmeye zorlandığınızda o kadar da egzotik değil.  

Taner Ceylan'ın tabloları geçtiğimiz günlerde müzayedelerde çok yüksek fiyatlara satıldı. Onun internetteki galerisinin bulunduğu siteyi Anadolu'nun Ortasındaki Hiçlik'ten gelen, geleneksel bir Türk kadını olan temizlikçinin önünde açtım. Fotoğraflar yüklendiğinde yüzünü görmek, modern İstanbul'un gerilimini anlamak demekti. Doğduğu köyün, " hiper gerçekçiliğin şaşırtıcı teknik başyapıtlarına" atıfta bulunurken "sanatsal avangart ve derisever S&M çevrelerine" ve aynı zamanda "insanın pastoral geleneğine atıfta bulunan, sevişme sancıları içindeki iki erkeğin estetik idealleştirmesinin altını çizmek için doğanın görkemi bağlamında tasvir edilmesine" çok fazla saygı gösterilen bir yer olmadığını varsayıyorum.

Peki günlük hayat? Boğaz kıyısındaki Aşşk Cafe, Kuzey California-Akdeniz füzyon menüsü sunar; mekanın ismi, California'ya sinema okumaya giden ama sonradan oradaki marketlerde çalışan tipik bir maceracı Türk olan Petek Mermillon'un icadı. Ancak kafeden çıktığınızda havada pek aşk yoktur. Günlük gazetelerde polisin, İstanbul'da düzenlenen Dünya Basketbol Şampiyonası finalinin ardından başbakanı yuhalayan  protestocuları aradığı yazıyor. Görünüşe bakılırsa saldırganlar, salondan alınan güvenlik görüntüleriyle tespit edilmiş.    

Hayır, aslında havada o kadar da aşk yok. Aşırı milliyetçi bir Kürt örgütü olan PKK, yaz aylarını bombalar patlatarak geçirdi. Öfkeli Türk milliyetçileri, linç edecek Kürt bulma umuduyla karşı saldırıya geçtiler, dükkanlar ve binalara saldırdılar, güvenlik güçleriyle çatıştılar, resmî araçları yaktılar ve polis karakollarına saldırdılar. Bu huzursuzluğu kışkırtan kim? Kime sorduğunuza göre değişir. AKP destekçileri, AKP'den kurtulmak için bir iç savaşı kışkırtmaya çalışanın, --Ergenekon'un kökleri olan-- sözde Derin Devlet olduğunu söylüyor. AKP'nin muhalifleri, doğal olarak, kendilerinden kurtulmak için bir iç savaş kışkırtmaya çalıştığını iddia ettikleri AKP'yi suçluyorlar. İÇ SAVAŞ PROVALARI -- bir yerel gazete böyle söylüyor. Fakat 1984 yılından bu yana PKK'ya karşı savaşta kırk bin kişi can verdi. Eğer bu bir provaysa, asıl performansı görmek istemem.

Hepsi çok Weimar. Hepsi çok İstanbul.

Tarihçi Eric Hobsbawm, ölmekte olan Weimar Cumhuriyeti'nin dönüşünü şöyle anımsıyordu:

"Old Philologians'taki arkadaşlarıma şöyle dedim: 'Kendinizi Manhattan'da yaşayan ve editörünüz tarafından Nebraska eyaletinin Omaha kentine gönderilen bir gazete muhabiri olarak hayal edin. Weimar Cumhuriyeti'nin inanılmaz derecede heyecan verici, sofistike, entelektüel ve politik açıdan patlayıcı Berlin'inde neredeyse iki yıl geçirdikten sonra İngiltere'ye geldiğimde böyle hissettim. Orası korkunç bir hayal kırıklığıydı.'" 

Sık sık neden İstanbul'da kaldığım sorulur. Bunu çoğu zaman ben de kendime sorarım. Ama nihayetinde, çok açık değil mi? Buradan sonra başka bir yer, beni anlamsızca sıkardı. Hangi meraklı tarih öğrencisi böyle bir şeyi kendi gözleriyle görme şansına karşı koyabilir ki? Bundan sonra ne olacağını kim bilmek istemez ki?


(Alakalı izleme ve okuma önerileri: Babylon Berlin, Weimar Kültürü, Bir Alman'ın Hikayesi, Weimar Cumhuriyeti'nin Kısa Tarihi.)

Yorumlar